Feministlerden Romanlara, doğa savunucularından LGBT bireylere, Alevi
örgütlerinden irili ufaklı siyasi çevre ve gruplara 500 kişinin
katıldığı Barış ve Demokrasi Konferansı çözüm sürecinin Batı’da
anlatılması ihtiyacının, muhalefet cephesinin yan yana duracağına dair
irade beyanının ifadesiydi. Ancak sendikaların katılımının zayıf olması
bu geniş yelpazenin dikkate değer eksiğiydi. Konferansın BDP’li vekil Ayla Akat’ın yanık bir Kürtçe türküsü ile son bulması ise oluşan dertleşme havasının tezahürü idi diyebilirim.
Çözüm/müzakere/barış sürecinde memleket solunun bir kesiminin
“rezervli” ya da “yetmez ama evet” tavrına dair eteklerindeki taşları
döktüğü konferansın ardından teybimizi, “Emek, Demokrasi ve Özgürlük”
bloğunun vekillerinden ve tabii ki Demokrasi ve Barış Konferansı’nın
düzenleyicilerinden Ertuğrul Kürkçü’ye uzattık.
Muradı, barış ve demokrasi kavramlarının karşı konumlanıp
konumlanamayacağını, bu konudaki kaygıları, konferansın ana mesajının
“barış ve demokrasi istiyorsak hak etmek gerekir” mi olduğu sorduk.
Kürkçü’ye göre konferansın derdi barışı daha çok aşağından örmek. Bir
araya gelenler iktidarın karşısındaki kutuptan ve iktidar tarafından
belirlenmeyen bir istemin taraftarları:
“Başından beri bu süreçte eksik olan bir dinamik var. Doğrudan
doğruya barışın hem öznesi olabilecek, hem de savaşın mağduru olan
kesimlerin bu süreçte örgütlü, yaygın, çok taraflı bir katılımı söz
konusu değildi. Bu açıdan önemli bir başlangıç. Türkiye coğrafyasına
yaymak konusunda bir irade var. Katılım temsili oldu. Zira aşağıdan
örgütlenmiş bir konferans değildi. Hükümet, sermaye ve uluslararası
hâkimiyet dünyasından kimse yok.”
Başlangıçta süreç konusunda kafası karışık şimdi ise karşısında bir görüntü veren CHP’den bazı isimlerin (Sezgin Tanrıkulu, Gülseren Onanç, Zeynep Altıok)
parti kimliği ile katılması sosyal demokrat çevrelerin sürece dâhil
olacağı konusunda bir işaret mi diye sorduğumuzda da Kürkçü: “CHP
seçmeni kısmen temsil ediliyor. Oysa CHP seçmenini ilgilendiren bir
süreç. Çünkü silahlı çatışmanın her iki tarafında da durdular. Hem
oğullarını savaşta kaybeden asker aileleri arasında CHP’ye oy verenler,
hem de oğullarını kızlarını çatışmada kaybeden Kürtler arasında CHP’ye
destek vermiş olanlar var. Onlar bu süreçle bir türlü ilişkilenebilmiş
değiller. O cehana da bir mesaj konferans. Çok taraflı bir müzakere
sürecinin parçası olma çağrısıdır aynı zamanda.”
Meclis çatısı altında barış grubu kurmak için çağrı yapacaklarını da söyleyen Kürkçü yine de çok ümitli değil: “Bunu
bir ideal olarak söyledim. Gerçekleşebileceğinden çok ümitli değilim.
Vekillerin bu kadar kopuşçu bir yerde durmadığını düşünüyorum.”
Eteklerdeki taşlar dökülürken talepler manzumesi listesi o kadar
kabarıktı ki; insan içinden “devrim programı mı yazılıyor” diye
geçirmedi değil. Kürkçü de bunun fazla olduğunu düşünüyor:
“Bir barış konferansına bütün sosyal meseleleri çözdürme misyonunu
yükleyen talepler var. Bu kadarı çok fazla. Bunun kendine özgü özelliği
var. Barış mutlaka kapitalizmin olmaması halinde gerçekleşir diye bir
şey yok. İspanya içsavaşı bitti barış kuruldu, kapitalizm sürdü ama
faşizm de yok. Şüphesiz çok haklı uyarılar var bunların arasında. Çünkü
bu çözüm dinamiği esas olarak gücünü halktan , en yoksul insandan almaz
ise yakıcı bir barış arzusu olarak tezahür edemez. Ama insanların bin
bir kimliği var. Hepsi içinden birine indirgemek, bunların iktisadi
üretimde tuttukları yerden ötürü barışı yönelmelerinin otomatik bir
sonuç olduğunu düşünmek gerçeğe uymuyor. Mesela baktığımızda emekçilerin
büyük bölümü AKP’nin kuyruğunda dolanıyor ama bu onların emekçi
karakterini değiştirmiyor. İndirgemeci yöneliş çok da konferansın
içerebileceği bir şey değil. Dünya kapitalizminin bölgesel paylaşım
meselesi olarak bu barışa baktığı yönlü uyarıları ciddiye alıyoruz.
Burada anti kapitalist bir ruh var ve bu da lazım olan şeydir.“
Tek tük de olsa başörtülü kadınların katıldığı konferansta Van’dan
gelen bir kadının “bence dindarlar eksik temsil ediliyor, biz halkız
bize gelin” sözlerini soruyorum Kürkçü’ye:
“Dindarların başlarını örtme mecburiyeti yok. Baş örtmek dindar
olmaktan çok geleneksellikle ilgili. BDP tabanında başörtülü kadın var.
Siyasete katmak için faal hareket ediyorlar. Sosyalist hareketler de
kapılarını kapatmış değiller ama mevcut durum sosyalist hareketin
derinliğinin olmamasıyla ilgili. Buraya çağrılan insanlar daha çok
bilinen temayüz etmiş kişiler. Onlar arasında belki başı bağlı yoktur
ama başı bağsızlık gibi bir kriterimiz olmadığını söyleyebilirim. Dindar
kesimler diye bir önyargımız yok. Bana sorarsanız en dinsizim diye
dolaşan insanın bile ölümü öte dünyayı düşündüğünde aklına Allah fikri
geliyordur. O kadar dinsizi bol bir memleket değiliz. Devlet laisizmini;
Tayyip Erdoğan’ın deyimiyle ayaklarının altına almış bir heyet burası.“
En kritik konu ise - konferans boyunca da hissedilen - barış ve
demokrasi kavramlarının karşı karşıya konumlanması sorunu ve kimi sol
çevrelerin AKP karşıtlığına göre pozisyon belirlemesi idi.
Kürkçü hassasiyetleri anlıyor ama bir yere kadar:
“İki de bir BDP ve Kürtlere karşı sallanan bir hassasiyet olmasını
yadırgıyorum ve bunun ayıp olduğunu düşünüyorum. Çünkü çatışmayı ortadan
kaldırmak için kimle çatışıyorsan onla müzakere edeceğin besbelli.
Abdullah Öcalan PKK ya da BDP çatışmasızlık anı geldiğine karar
verdiğinde bunu gelip önce başkalarına soracak değildi. Kim çatışıyorsa o
çözecekti çatışmayı. Barışı kurmaya sıra gelince tabii ki çok taraflı
olacak. Birlikte hareket edeceğiz ve bu kapıyı açtık. Ama AKP ile
görüşmeyin denemez. Bunu aslında Kürtlerin hakları bakımından AKP ile
hiç çatışmamış olmakla ilişkilendiriyorum. Kürtlerin, emekçileri,
solcuları satarak hükümetle barış yapması imkânı varmış ve onlar da
yapmaya yeltebilirmiş hassasiyeti... Bu tamamen gerçek dışı.”
Konferans çağrıcılarından Murathan Mungan’ın konuşmasını “barış
örgütlenmektir” sözleri ile bitirmesini nasıl yorumladığını sorduğum da
ise Kürkçü buluşmadan umutlu olduğunu söylüyor:
“Konferansın belkemiği HDK kendi örgütlenmesini sürdüyor. Şimdi
buraya katılan küçüklü büyüklü pek çok politik örgüt inanç grubu vs. de
var. Bunları da hesaba katan yeni bir örgütlenme... Bu konferanstan
feyiz alan, bunun iddiasını yerel olarak sürdüren, yerel konferanslara
kapı açan bir örgütlenme... Bu da bizim işimiz.”
Konferansın çatı tipi örgütlenmeye gitmesi konusunda engel olmadığını
söyleyen Ertuğrul Kürkçü sonbahar gelmeden somut görünürlük olacağını
düşünüyor.
Ne diyelim barışın yolu açık olsun...
Tuesday, May 28, 2013
Sunday, May 26, 2013
Suriye’yi yalnız bırakmayacağız, zafer vaat ediyorum
Suriye’yi yalnız bırakmayacağız, zafer vaat ediyorum |
YDH- Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah, güney Lübnan’ın İsrail işgalinden kurtarılmasının yıldönümü münasebetiyle yaptığı konuşmasının Suriye kriziyle ilgili bölümünde özetle şunları söyledi.
Suriye’de yaşanan olaylar Lübnan açısından gerçekten çok önemli ve kader belirleyicidir. Biz, olayların en başından beri Suriye halkının haklı ve meşru talepleri olduğunu ve bunu gerçekleştirmenin en iyi yolunun da diyalog olduğunu, kimsenin kimseye namlu doğrultmaması gerektiğini, çatışma olmaması gerektiğini söyledik.
Biz Suriye’nin Direniş’e yönelik bakış açısını biliyoruz. Biz, Cumhurbaşkanı Beşşar Esed’le ve muhalif şahsiyetlerle siyasi bir çözüm yoluna ulaşabilmek için görüşmeler yaptık. Başkan Esed kabul etti, muhalifler ise en başından reddetti.
Suriye’ye karşı küresel bir savaş başlatıldı
Suriye liderleri, her zaman müzakerelere oturmayı ve reform yapmayı kabul ettiler. Muhalifler ise başından beri Suriye yönetimini devirebilecekleri umuduyla buna hep karşı çıktılar. Birçok ülkenin kendi yanlarında olduğunu ve böylece zafer kazanabileceklerini düşündüler.
Olaylar hızla değişti ve Amerika’nın oluşturduğu eksende ilk ve son sözü Amerika’nın söylediği, diğerlerinin ise ona hizmet ettiği belli oldu. Bu eksen dolaylı olarak İsrail’i himaye ediyor. El Kaide ve tekfirci örgütler de girdiler. Tüm ülkeler onlara kolaylık sağladı. Suriye’ye yönelik küresel bir savaş başlatıldı.
On binlerce militan Amman’daki “Suriye dostlarını” rahatsız etmedi; ama parmak sayısınca Hizbullah savaşçısı onları rahatsız etti.
Bölge ülkeleri Suriye’nin varlığına tahammül edemiyor
Karşı eksen, son ana kadar savaşı sürdürmekte ısrar ediyor ve diyalogu gündeme almıyor. Suriye yönetiminin kabul ettiği makul önerileri ve çözüm yolları bölge ülkelerine de sunuldu. Ancak onlar buna karşı çıktılar; çünkü bu ülkeler Suriye’ye tahammül edemiyorlar.
Dışarıdaki bazı muhalifler belli bir bakış açısına ve mantığa sahipler, diyaloga hazırlar; bu da onların hakkıdır. Ama onlardan bazıları istihbarat servislerinin memurlarıdır. Onlar kendi kararlarını kendileri verebilecek durumda değiller. Ama gerçekte silahlı gruplar üzerinde hakimler. Çoğunluktaki akımı tekfircilerin oluşturduğunu ve Suriye’de barış olması durumunda bütün bedeli onların ödeyeceğini biliyor.
Suriye’den kurtulmak isteyen Arap ülkeleri var
Bazı Arap ülkeleri Suriye’den ve bu tekfirci gruplardan kurtulmak istiyorlar; ama onların geri döneceğinin farkında değiller.
Bugün Suriye’de yaşananlar, halkın yönetime karşı ayaklanması veya reform meselesi değildir; çünkü yönetim, reform yapmaya hazırdır.
Bu grupların Suriye’ye ya da Suriye’nin Lübnan sınırındaki illerine hakim olması, sadece Hizbullah ya da Şiiler için değil, Lübnan ve tüm Lübnanlılar için büyük bir tehlikedir.
Bu grupların Lübnan sınırındaki illere hakim olmaları Lübnanlı Müslümanlar ve Hıristiyanlar için büyük bir tehlikedir; bunun kanıtı da onların şu an Suriye’de yaptıklarıdır.
Bugün Suriye’de savaşanlar, Irak İslam Devleti adlı örgütün uzantılarıdır. Onların Irak’taki Sünnilere neler yaptığını, Iraklı Sünnilere sorun.
Irak, Pakistan ve Afganistan’daki tekfirci gruplar, diğer taifelerden çok daha fazla Sünnileri öldürdüler.
Bugün Tunus, Libya ve bu vebayı bulaştırdıkları ülkeler, onların sıkıntısını çekiyor; onlar bize de Lübnan’a da gelecekleri vaadinde bulunuyorlar.
Diyalogu kabul etmeyen, diyalogla ortak nokta aramayan düşünceler tehlikelidir. Bu tür grupların gölgesinde Suriye, Lübnan ve Filistin için bir gelecek tasavvur edebilir mi?
Olayların en başında Suriye yönetimi devrilecek ve sıra Lübnan’a gelecek diyorlardı. Onlar güvencelerini Amerika’dan alıyorlardı ve işin başında da Aza’da Lübnanlı ziyaretçileri kaçırdılar.
Direniş Suriye’de olanlara seyirci kalamaz
Suriye, Direniş’in sırtıdır, destekçisidir; Direniş de sırtına darbe vurulması karşısında hiçbir şey yapmadan beklemeyecektir. Biz üzerimize gelen bir komplo karşısında sadece izlemekle yetinecek ve hareketsiz bir şekilde bekleyecek kadar cahil ve aptal değiliz.
Biz şimdiye kadar bize yönelen komploları binlerce şehidin kanıyla etkisiz bıraktık. Biz şu an farklı bir konumda olamayız. Kenarda durmak isteyenler buyursun kenarda dursun.
1982 yılında bazıları hiç kimsenin bölge dengelerini değiştirebilecek güçte olmadığına inanıyordu; ama biz dengeleri değiştirebildik. Biz şu an Lübnan’ı, Filistin’i ve Suriye’yi savunuyoruz.
Suriye devrilirse Kudüs unutulur
Suriye; ABD, tekfirciler ve ABD’nin bölgedeki unsurları tarafından devrilirse, direniş kuşatma altına alınacak ve İsrail, şartlarını dayatmak için yeniden Lübnan’a girecektir.
Suriye düşürülürse, Kudüs unutulacaktır, bölge halkları psikolojik açıdan karanlığa gömülecektir.
Şu an yaşanmakta olan bu savaşın iki tarafı söz konusudur. Birincisi ABD ve Batı eksenidir ki şu an geçmişi, bugünü ve geleceği yok etmekte olan tekfirci gruplara umut bağlamıştır. Diğer taraf ise Direnişi destekleyen ve müzakereye çağıran devlettir.
Hizbullah Amerika’nın İsrail’in, mezar soyguncularının göğüs parçalayanların yer aldığı cephede olamaz.
Biz Suriye konusuna hiç karışmasaydık bile medya alanında ve siyasi düzeyde bize yöneltilen tehlikeli saldırılar bitmeyecekti.
Cihat ilan etmeye ihtiyacımız yok
Hiç kimse bizi mezhepçilikle suçlayamaz. Şehit aileleriyle ilgili söylenen sözler doğru değil. Bizim cephelere zorla götürdüğümüz gençlerimiz yok. Bizim cihat ilan etmeye ihtiyacımız yok, iki kelime söz söylersek on binlerce kişi cephelere akın eder. Hizbullah Bosna savaşı sırasında Müslümanları savunmak için savaştı, Bosna’da Şii yoktu.
Tek çocuklarını bu cephelere göndermek için bizden izin isteyen annelerden, babalardan mektuplar alıyoruz.
Şu an haftalar önce başlayan ciddi bir aşamada bulunuyoruz. Bunun adı, Direniş’i ve destekçisini takviyedir, bu aynı zamanda Lübnan’ın ve destekçisinin takviye edilmesidir.
Biz kimseden sahada bize yardım etmesini istemiyoruz. Biz bu savaşın ehliyiz ve zaferi de kazanacağız.
Sabır ve fedakarlıkla bu süreci aşacağız, fedakarlıkları sürdüreceğiz, tıpkı Temmuz savaşı başlarındaki size zafer vaat ettiğim gibi bugün de yeniden size zafer vaat ediyorum.
Friday, May 24, 2013
Mete Tunçay ile Murat Paker Söyleşti: Fanatizm İlkelliktir
Murat Paker:
İsterseniz daha önce fanatizmi psiko-politik açıdan nasıl
çerçeveleyebiliriz, özellikleri nelerdir, ondan
başlayabiliriz. Sonra da oradan sorularla ayrıntılarına
geçeriz.
M.T.: Tabii.
Fanatiklik
eleştirel mesafelilikten uzak bir tarzda, nesnesine mesafe
koyamadan, takıntılı bir coşku, heyecan eşliğinde, bir
davaya, –politik ya da dini olabilir– ya da bir konuya
–sportif olabilir, hobilerle ilgili olabilir– genel sosyal
normları hiçe sayacak derecede aşırı bağlanma hali olarak
tanımlanabilir. Sonuç olarak bu bir insanlık durumudur,
hepimizde potansiyel olarak mevcuttur. Bu potansiyelin
gerçekleşip gerçekleşmeyeceği kendi kişisel tarihiyle,
gelişim öyküsüyle ve de tabii içinde yer aldığı
sosyo-politik bağlamın, bir sürü değişik faktörün karmaşık
kombinasyonuyla, etkileşimiyle belirlenir. Belli bir
insanın, belli bir zamanda, belli bir konuya dair
fanatikliğe ne kadar yatkın ya da fanatiklikten ne kadar
bağışık olduğu bu bireysel ve sosyo-politik faktörlerin
etkileşimi sonucu ortaya çıkar. Herhalde fanatizm için ilk
planda vurgulanması gereken en önemli şey, burada bir
mutlaklık algısı, mutlaklık iddiası olduğu. Fanatik
dediğimiz kişi, mutlak doğruya sahip olduğunu varsayan ve
buna uygun tarzda davranan kişidir. Burada aslında
epistemolojik anlamda, yani bilginin nasıl üretildiği ve
idame ettirildiği anlamında çok özgül bir konum var. Fanatik
kişi, “ben mutlak bilgiye sahibim. Ben mutlak bilgiye
sahipsem bunun dışındaki her şey mutlak olarak yanlıştır”
düşüncesindedir. O anlamda kuşkuya yer yoktur; kuşkunun ve
kuşkuculuğun inkârı ve bununla birlikte karmaşıklığın
inkârı söz konusudur. Müphemliklere, belirsizliklere,
çelişkilere, çelişkilerin bir aradalıklarına yer
bırakmama, tahammül edememe, krizlere tahammül edememe;
kaygıya tahammül edememe gibi özellikler sayabiliriz bu
mutlaklıkla birlikte gelen.
Bir
de yanlış anlamaları engellemek için şunu vurgulamak
yerinde olabilir herhalde: Heyecanlı/coşkulu tarzda bir
davaya/konuya bağlılık göstermek her durumda fanatiklik
anlamına gelmez. Bir bilim insanı, bir sanatçı, politikayla
uğraşan biri, mesleğini/işini seven biri sıklıkla
heyecanlı bir şekilde dert ettiği meselelere, davasına
bağlı biri olabilir. Bu tek başına bir fanatizm ölçütü
değildir. Tam aksine bu insanlar genellikle oldukça
faydalı, yaratıcı faaliyetler yaparlar. Buradaki kritik
nokta, bir dava peşinden gitsek bile, o davaya dair eleştirel
bir mesafeye sahip olup olmadığımızdır.
M.T.:
Şimdi, çağdaş zamana kadar yani bütün Eski Çağda,
Yunan’ıyla, Roma’sıyla, İslamiyet’le, Ortaçağ’la, hatta Yeni
Çağın da ortalarına kadar hüküm süren ‘hakikat tektir;
yanlış cevaplar çok olabilir ama tek bir doğru vardır’
anlayışı da bununla ilgili herhalde. Yani, otomatik olarak
herhangi bir dine, herhangi bir siyasi akideye bağlı olanlar
çok yakın zamanlara kadar, tek doğruyu arayıp,
kendilerininkinin o olduğunu düşünmüşler. Yani “farklılık
bir zenginliktir” çok yeni bir fikir gibi geliyor bana. Böyle
bir tarihsel perspektifi de var fanatikliğin.
Daha
geleneksel olan düşünce tarzı fanatikliğe yatkın. Çok yakın
zamanlara kadar bir Katolik için, bir Müslüman için fanatik
olmamak mümkün değil; o zamanlar hoşgörü belki ancak
tahammül düzeyinde, katlanma düzeyinde; saygı düzeyinde
değil. Hatta “çeşitlilik iyi bir şeydir” gibi bir fikir çok
aykırı.
Herhalde
orada mecburen katlanılan, mecburen tahammül edilen bir
durum söz konusu. Büyük bir otorite, devlet var; büyük bir
siyasi birimi idare etmeye çalışıyorsunuz, ekonomik
çıkarlar var, mecburen tahammül edilmesi gereken farklı
unsurlar var ama dediğiniz gibi saygı temelinde değil
bunlar. Fanatikliğin birincil özelliği olan “mutlak doğruya
sahip olma” konusundan devam edelim: Bu tabii müthiş bir
dogmatizm, müthiş bir katılık getiriyor. Ak / kara tarzında
algılamalar getiriyor, ara tonların, gri tonların yok
sayılması, onların görülmemesi, kutuplaşma getiriyor.
Burada, fanatikliğin nesnesi ne ise –politik, dini ya da
başka bir şey– o alanda, o konuda çok net doğrular ve yanlışlar
oluyor ve kişi ya da o grup kendisini doğrunun, haklının
tarafında mutlak bir biçimde konumlandırıyor; onun
dışındaki bütün konumlanmalar çok net, sert, katı bir şekilde
ötekileştiriliyor ve bu ötekileştirme masum bir
ötekileştirme de değil artık, bayağı düşmanlaştıran tarzda
bir ötekileştirme. Düşmanlaştıran tarzda ötekileştirme de
tabii gerektiğinde, yoğun tehdit algıları söz konusu
olduğunda, bu düşman şeklinde kodlanan kişilere ya da
gruplara yönelik çok yoğun bir nefretin, saldırganlığın
boşalmasının da önemli kanallarından biri oluyor.
M.T.:
Ben bu küçük denemede bir şey söylemeye çalıştım.
Fanatikliği ille de ahlaki açıdan kötü görmemiz
gerekmeyebilir; birisi kendisinin doğruyu bildiğine
içtenlikle inanıyorsa, karşısındaki için doğru olanın da
bilgisine sahip olduğunu düşünüyorsa, o kişiyi doğruya
zorlamayı, bir iyilik yapmak, onun yararına olan bir şeyi ona
zorla yaptırmak gibi de algılayabilir. Değil mi? İşin şimdi
bir de bu tarafı var. Yani sıkı bir dindar, o kadar emin ki kendi
inançlarından, bu inancı paylaşmayanları bu inanca getirmek
onların da lehinedir, onların da yararınadır duygusuyla
da hareket ediyor olabilir.
Tabii.
Çeşitli rasyonalizasyonlar zaten bulacaktır ama bu da
sonuçta fanatikliğin dışına çıkmak anlamına gelmez. Çünkü
bunu iyi niyetle yaptığını düşünür nihayetinde...
M.T.: Yani, iyi niyet de mümkün fanatiklikte.
Tabii. Çoğu fanatik bence “kötü niyetli” değil.
M.T.: Ama işte, kötülüğe (Cehenneme) giden yollar iyi niyetle döşelidir…
Bu
noktada şunu söylemek lazım: Bir yandan fanatizm için
ak-kara, tümden-iyi, tümden-kötü gibi algılamalar geçerli
derken, fanatik kategorisine sokabileceğimiz insanlara
da aynı şeyi yapmayalım. Bir fanatikler var, bir de fanatik
olmayanlar var diye ikiye ayırmamak lazım. Bunu bir
süreklilik üzerinde yani “az ya da çok fanatik” diye düşünmek
lazım. Yoksa dediğim gibi, hepimizde az ya da çok,
potansiyel olarak en azından, nüveleri var bu fanatizm denen
şeyin. Özellikle dikkat etmemiz, kendimizi daha bağışık
hale getirmek için bayağı bir uğraşmamız da gerekiyor.
Kısmen fanatik olarak görebileceğimiz çoğu insan için ilk
bakışta, dışardan bakıldığında öyle çok bir kötü niyet falan
göremeyebiliriz de. İşte bir futbol maçındaki kırk bin
kişilik seyirci grubunu düşündüğümüzde, bir olay
çıktığında bunların sadece belki birkaç tanesi tanesi
cinayet işleyecek derecede gözü karadır ama bunlara artık
uç nokta fanatik diyebiliriz. Tabii o kırk bin kişilik güruh
eyleminin içerisindeki fanatiklik yalnızca bu birkaç
kişiyle sınırlı değil. O kırk bin kişinin muhtemelen çok
önemlice bir kesimi –duruma göre değişebilir bu oran–
o bir iki kişinin yaptığı eylemi ortaya çıkartacak
kitlesel, fanatikçe bir halet-i ruhiyeyi oluşturan ana
unsur. Yani öyle bir kolektif iklim var ki orada, sonunda bir
iki kişi de çıkıp bunu yapabiliyor. Ve muhtemelen o kırk bin
kişi içindeki çok sayıda kişi “helal olsun çocuğa” da
diyebiliyor. Ya da işte ayıplanmıyor, cemaat / camia
dışına atılmıyor. Zaten bir sürüsü yakalanmıyor; hukuken de
bir şey olmuyor onlara; dolayısıyla yalnızca bireysel bazı
uç durumlarda davranan insanların bireysel davranışları
gibi görmemek, o bireysel davranışları ortaya çıkartan, en
azından engellemeyen, belki sonradan destekleyen,
pekiştiren o genel kolektif algı sistemlerini, halet-i
ruhiyeyi de düşünmek lazım. Bu anlamda mesela Türkiye, çoğu
zaman kanlı bir şekilde sonlanan politik ve dini fanatik
eylemleri ortaya çıkarmak açısından çok bereketli bir
toprak. Genel toplumsal halet-i ruhiyesi açısından buna çok
elverişli. Medyasından politik iktidarına, diğer anaakım
politik aktörlerine kadar. Linçe varan eylemler oluyor
Türkiye’de; özellikle son birkaç yılda, çok sık bir şekilde ve
sonunda işte “Malatya’daki cinayeti birkaç sapık yaptı”
düzeyinde yansıtılabiliyor. Ama aslında biraz daha geniş
ve derinlemesine baktığımızda o birkaç çocuğun arkasında
çok daha geniş, kolektif bir suç ortaklığı olduğunu
görüyoruz.
M.T.: Toplumsal destek…
Toplumsal
desteği de var, politik manipülasyonu da var; ve öyle bir
toplumsal iklim, sosyo-psikolojik iklim yaratılıyor ki, o
iklim içerisinde birilerinin birkaç görece küçük adım
atmasına kalıyor her şey. Ve o adımı atacak derecede
fanatik, ya da bireysel psikolojisinde sorunları olan insan
diyelim, öyle bir iklimde zaten her durumda bulunabilir.
Mühim olan öyle bir sosyo-psikolojik iklimin yaratılmaması.
O iklim olduktan sonra bir sürü cinayet işlenmesi, katliam
yapılması, işin zor kısmı değil, kolay kısmı. Zor olan kısmı, o
sosyo-psikolojik iklimin hazırlanma süreci, toplumun buna
yatkın hale getirilmesi, sessiz hale getirilmesi vs.
M.T.:
Bundan 30 küsur yıl önce Felsefe Kurumu’nun bir
toplantısında dogmatizm konulu bir bildiri okumuştum.
Orada, o zaman bana hayli doğru gelen –şimdi de farklı
düşünmüyorum– bir şey söylemiştim: “Kemalist pozitivizm”
zihniyet olarak aslında bir ikinci İslam gibi olmuştur; çünkü
kavramlar değişmekle birlikte zihniyet kalıbı
değişmediğinden aynı kesinlikle, keskinlikle bir şeylere
inanılmıştır. Hatta o zamanlar Türkiye’de yeni yeni
tartışılan sosyalizm de, adeta bir üçüncü İslam gibi
benimsenmiştir – zihniyetini değiştirmeden, sadece
kavramları değiştirerek benimsenir; ama kavramlara
bağlılık da adeta dine bağlılık gibidir. Bunu fanatiklik
konusunda da söyleyebiliriz: bir zihniyet, bir tavır alma söz konusu, kavramlar değişiyor ama kalıp, şebeke değişmiyor.
Kesinlikle...
Zihniyet aynen devam ediyor çünkü kendi içini ve dışını
homojenleştirmeye çalışan bir zihniyet kalıbı bu. İçimizi
iyi şekilde, tümden iyi şekilde homojenleştiriyoruz. Biz
mutlak iyiyiz, mutlak doğruya sahibiz, bizim dışımız da
mutlak kötü olarak kodlanıyor. Bunu böyle kodladığımız
zaman, yani bizim de bazı yanlarımız kötü olabilir,
problemli olabilir, bizim dışımızdakilerin bazı yanları da
iyi olabilir, ortak bir sürü değer vardır, ortak problemler
vardır, dolayısıyla anlayabilirim, empati kurabilirim,
bağlantı kurabilirim gibi mekanizmalar devrede
olmadığında, ideoloji ne olursa olsun, din, politik görüş ne
olursa olsun, benzer bir zihniyet mekanizması devreye girip,
fanatikliği çok daha rahat üreten, fanatik eylemleri,
davranışları ve nihai noktada kanlı eylemleri,
hesaplaşmaları çok daha rahat üreten bir ortam sağlıyor.
M.T.:
Senin bu dediğinde fanatikliğe karşı belki en etkili şeyin
kendini başkasının yerine koyabilme yeteneğini
geliştirme, o empatiyi geliştirme olduğu ortaya çıkıyor;
kendini ötekinin yerine koyabilirsen, kendi pozisyonunda
fanatikçe duramazsın.
Tabii
ki… Ama kendini ötekinin yerine koyabilmek ileri bir aşama,
ondan önce öteki diye bir şeyin var olduğunu kabul etmek, anlamak var… Çünkü bu tür uç fanatik düzeydeki davranışlarda öteki diye bir şeyin varlığı zaten pek kabul
edilmiyor. Narsisistik bir konumlanma mevcut, çok sert ve
katı bir anlamda “Bir tek ben varım” ya da kolektif düzeyde
konuşuyorsak “Biz varız”; diğerleri, diğer insanlar, gruplar
falan var ama onların gerçekten ontolojik ve duygusal bir
varlığı olduğunu ben, belki laf düzeyinde söylüyorum ama,
hissetmiyorum. Yani onların farklı bir pozisyonları
olabilir, hisleri olabilir, canları acıyabilir, onlar ayrı
birer öznedirler… Duygulanımsal düzeyde onlara “ayrı bir
özne” konumunu veremiyorum. Bu uç düzey, narsisistik
büzülme diyebileceğimiz bir şey. Ötekini, başka bir özne,
benden farklı, dolayısıyla farklı düşünebilen, farklı
hissedebilen bir özne olarak konumlandırmadığım zaman, ona
istediğimi yapabilirim. Onu yalnızca bana ne kadar
benzeyip benzemediği üzerinden değerlendiririm. Bana
benziyorsa zaten benim bir uzantım, bir parçam olarak
değerlendiriliyor. Bana benzemiyorsa o zaman zaten çok
ciddi bir tehdit unsuru çünkü bir tek ben varım, ben olmalıyım;
öteki itlaf edilmesi, bertaraf edilmesi gereken bir şey.
M.T.:
Ama o benzeme de biraz tehlikeli bir şey. Bana benziyorsa ve
benim düşündüklerime aykırı bir şey benimsiyorsa o daha
büyük bir tehlike. Değil mi?
Tabii,
o zaman benzemez oluyor işte. O zaman tabii mesele… Biz
burada dört kişi fanatik bir grubuz diyelim. Belli bir dünya
görüşümüz, ideolojimiz var, bir süre sonra aramızdan biri
çıkıp aykırı laflar etmeye başlıyor. O anda o artık bizden
değil. Dışarı atılması, ilişkisi kesilmesi gereken iç hain,
iç düşman muamelesi görüyor.
M.T.: İşte iç düşman, dış düşmandan daha kötü durumda.
Tabii ki, tabii ki.
M.T.: Yani, dış düşman nasılsa gâvur. Bu, Müslüman olduğu halde, Türk olduğu halde böyle bir kötü fikre sahip.
Yekpareliği, homojenliği çok tehdit eden
bir şey olduğu için o daha da kötü tabii. Ve tabii Türkiye’de
iç düşmanlar-dış düşmanlar meselesi gündelik hayatımızda
bize döne döne belletilen, artık herkesin hiç düşünmeden
ezberlediği, sindirdiği, içselleştirdiği bir refleks olmuş
durumda. Her yere yansımış durumda. Mesela, Kürt
meselesinin bu kadar şiddetli yaşanıyor olması ve artık
iyice zıvanadan çıkmış olmasının, rasyonel herhangi bir
kalıba sığamayacak düzeye çıkmış olmasının sizin demin
dediğinizle bağlantısı var. Şimdiye kadar Kürtler,
Türkleştirilebilir, aynılaştırılabilir, asimile
edilebilir bir unsur olarak düşünülüyorlardı; Kürtlükleri
yadsınıyordu, Kürtçe yadsınıyordu ama Türkleştikleri
ölçüde, “Ne mutlu Türküm diyene” diyebildikleri ölçüde de
kabul görüyorlardı. Son 20-30 yılda bunun olmayacağı, yani
Kürtlerin varlığının artık inkâr edilemeyeceği, başka bir
şeyken “Türküm” demeye zorlanarak herhangi bir mutluluğun
gelmediği ayan beyan ortaya çıktı işte. Dolayısıyla
içimizde veya içimizden biri olabilecek, asimile
edilebilecek bir unsur, artık asimile edilemezliğiyle ve
işte iddialara göre “dış düşmanlarla da işbirliği içinde”,
yoğun bir iç düşman halini almış ve o iç homojenleşmeyi çok
ciddi derecede tehdit eder hale gelmiş durumda. Kuşaklar
boyunca Kürtler yoktur demişsiniz, Kürtçe yoktur demişsiniz,
bir sürü kuşağı milli eğitim sisteminden geçirmişsiniz,
medyanız böyle çalışmış vb. Şimdi belki hükümet istese bile,
örneğin yarın Tayyip Erdoğan dese ki “Arkadaşlar bir yanlış
yaptık şimdiye kadar, seksen yıldır Kürtler konusunda, Kürtçe
konusunda yanlış yaptık, özür diliyoruz. Ve bundan sonra
değişik bir şeyler yapacağız artık. İnkâr ettik şimdiye
kadar, ayıp ettik, artık göstermelik olarak değil sahiden
saygı göstereceğiz ve bunun gereğini yapacağız” dese bile
milyonlarca insan, “Hop bir dakika, nasıl yani, siz on yıllar
boyunca bize niye yalan söylediniz, nasıl yalan söylediniz,
kim yaptı bunu, niye yaptı, bunca insan boşuna mı öldü?” diye
sormaz mı? Bu meselenin çözümünde ilk planda sorulması
gereken asıl sorular da bunlar. Kolay değil bunu böyle bir
anda halletmek. Dolayısıyla insanların on yıllardır
ayaklarını bastıkları bu zemin, –büyük ölçüde yalanlar
üzerine kurulu bir zemin– ciddi sarsıntı geçiriyor bu
Türk-Kürt meselesi üzerinden. Kim bu yalanların sorumlusu?
Neden, nasıl ve kimler tarafından bu yalanlar üretildi de,
Kürtlerin ve Kürtçenin varlığı inkâr edilebildi? Bu yüzleşme
bütün açıklığıyla yapılmadan bizim bu meseleyi çözmemiz
çok mümkün değil.
M.T.:
Orada tarihsel bir şey var. Kürtler asimile edilebilecek,
Türkleştirilebilecek bir grup olarak görülüyordu dedin.
Cumhuriyet dönemi için bu doğru, ama ondan önce biz aynı
millettendik. Yani Türk Milleti, Kürt Milleti aynı İslam
Milleti içindeydi. Tabii bizim laikleşme sürecimiz
onların da öküz öldü ortaklık bozuldu gibi kendi
milliyetçiliklerini geliştirmelerine vardı. Ama bir
zamanlar biz aynı idik. Boşnak’ıyla, Arnavut’uyla,
Gürcü’süyle, Laz’ıyla, Çerkez’iyle İslam Milleti’nin
üyeleriydik...
Şimdi
işte bu “İslam tutkalı” belki diğer Müslüman azınlık
unsurları Türklük içinde asimile etmeye yetti; sayıca daha
azlardı, daha karışık yerlerde oturuyorlardı falan ama
Kürtler için bu işlemedi. Kısmen işledi, kısmen işlemedi.
M.T.:
Şimdi sayı olarak onlar daha fazla. Üstelik onlar o zamanlar
göçebeydi, sonra o İslam Milleti’nin parçası olduklarında
bile coğrafi olarak ayrıydılar.
Belli
bir yerde konsantre olarak yaşıyorlardı. Batıya göçenlerin
yine büyük ölçüde asimile oldukları söylenebilir ama çok
önemli bir ölçüde değil. Ve artık gelinen bu noktada, 2000’li
yıllarda bunun olmasını beklemek mümkün değil. Dolayısıyla
Kürt meselesini fanatikliğe örnek olarak verip oraya
geçtik ama fanatikliği besleyen unsur, Kürtlerin, Türk
milliyetçiliğinin zihniyet dünyasında, İslami ortaklık
üzerinden kolayca Türkleştirilebilir, asimile edilebilir
bir unsur olmaktan, artık hiçbir şekilde asimile edilemez,
dolayısıyla Rumlar veya Ermeniler gibi “özsel” olarak
farklılıkları olan ve bu anlamda da tabii çok tehdit edici
olan bir unsur olarak görülmeye geçmiş olmaları. Çünkü Rumlar
üç-beş bin kişi, Ermeniler 50-60 bin kişi, Kürtler ise
milyonlarca kişi. Ve bir savaş durumu var. Ayaklarını
bastıkları zeminin sarsılmasının yarattığı şoktan ve
korkudan beslenen, öteki korkusundan beslenen çok yoğun bir
hınç var ve bu hınç deminden beri konuştuğumuz fanatiklik
kanallarıyla bir arada çok ciddi bir tehlike Türkiye için. Bu
bir örnek fanatizm konusunda.
M.T.:
Tabii bu örnekte karşı tarafın da fanatizmi söz konusu.
Mesela senin de benim de birçok Kürt arkadaşımız var, onlarla
konuşurken onlar da bazı şeyleri bize benimsetmek
isterken, bu taleplerinin Kürt milliyetçiliği talepleri
olduğunu fark etmiyorlar. Onlar da sanki genel insan
haklarının bir parçası olarak bazı talepleri bize itelemek
istiyorlar, bu sefer biz isyan ediyoruz fanatikliğe ilkece
karşı olmamıza rağmen, çünkü karşı tarafta da fanatiklik
olabiliyor.
Tabii
Kürt milliyetçiliği diye bir şey var ve giderek de artıyor.
Çünkü Türk milliyetçiliği hiçbir şekilde ıslah olmuyor,
birbirini besleyerek devam ediyorlar ama tabii bir noktayı
bizim her zaman dikkatle ayırmamız lazım. Kürtlerin yılların
yalanlarından, dolanlarından, baskılarından dolayı
ortaya çıkan çok meşru talepleri var. Demokratikleşmeyle
ilgili, anadil kullanımıyla ilgili, eğitimle ilgili, basın
yayınla ilgili çok meşru talepleri var. Bu talepleri
dillendirmenin sadece kendisi, milliyetçilik değil. Bunun
ötesinde ama bazı şeyler var ya da dünyayı algılama,
düşmanlaştırma, ötekileştirme anlamında yaklaşımlar var,
bunlar milliyetçilik kategorisine girebilecek şeyler…
Kürtler arasından bunları gören, yani milliyetçiliğe
mesafeli duranlar da var, durmayanlar da var. Durmayanlar
arasından da milliyetçilikle sarmaş dolaş olduğunu
görmeyenler de bol miktarda var...
M.T.:
Kürt sorununu bir örnek olarak verdik ama herhalde bu örnek
güncelliği dolayısıyla çok ağır basıyor. Başka bir problem de
Türkiye’nin bu irtica korkusu. Türkiye ne yazık ki
laikçiler ve dinciler diye iki kampa ayrılmış durumda. Yani
laikçiliği laisizm anlamında kullanıyorum. Laik olmak
başka şey… Mesela pek çok insan bir kişisel inanç meselesi
gibi düşünüyor. Oysa laiklik tabii ki kamusal alanda bir
pozisyon. Kişi laik olmaz... Dindar olur, dinsiz olur, agnostik olur, ne olursa olur, ama devlet laik olur.
Dediğiniz
doğru, kişi tabii bir kamusal hizmet yapıyorsa, kamusal
hizmetinde laik olur. Yani orada dindar olmak diye bir şey söz
konusu olamaz. Bir öğretmen ya da bir doktor kamusal hizmet
yapıyorsa orada dini inancının bir yeri olamaz.
M.T.:
Evet, olmaması lazım. Ama işte dediğim gibi bunu sanki bir
kişisel pozisyonmuş gibi algılama durumu var. “Ben laikim”
diyenin kastettiği şey aslında devletin bütün dinlere,
inançlara ve inançsızlıklara eşit mesafede durması, hiç
biriyle özdeşleşip onun gereklerini yerine getirmekle
kendini görevli saymaması gerektiği; yani devlete ilişkin
bir iddia. Ya da bir kamu görevi yaparken tabii ki mesela
öğrencinizin mezhebiyle, diniyle, inancıyla,
inançsızlığıyla ilgili olmadan onu tartmanız gerekiyor.
Evet,
iki kampın da sicili çok bozuk bu konuda. Yani dinci denilen
kampla, laikçi denilen kampın sicilleri epeyce bozuk…
M.T.:
Yani benim o ilk söylediğim de bu. Laikçi denen kamp aslında
dinci zihniyeti sürdürüyor. Laiklik adına yine birtakım
şeyleri mutlaklaştırıyor; onlara hiç şüpheye yer olmadan
bir bağlılık duyuyor ve belki onları buna zorlamakla iyilik
ettiğini düşünüyor.
Fanatiklik
için eleştirel mesafelilikten uzak olmak, takıntılı bir
coşku ve heyecan eşliğinde bir davaya, bir konuya aşırı
derecede bağlanma hali demiştik.
M.T.: Yani şüpheye hiç yer vermez fanatizm.
Mesela
şunu düşünelim. Mustafa Kemal Atatürk’ün imgesinin şu anda
Türkiye’de sosyo-politik tahayyülde nerede durduğuna
bakalım. Anıtkabir nasıl bir işlev görüyor, Atatürk
heykelleri, resimleri nasıl bir işlev görüyor, Atatürk’ün
çeşitli yerlerde söylediği ve alıntılar yapılan lafları
nasıl bir işlev görüyor, Atatürk’ün hatırasını koruma
kanunu vb... Bütün bunlara baktığımızda Atatürk müthiş bir
kült olarak, dogma olarak orada duruyor. Tartışamazsınız,
eleştirel bir mesafe alınamaz, yani Atatürk bazı konularda
doğru mu yaptı, yanlış mı yaptı diye sorulamaz –işte mesela
geçen yıl Atilla Yayla’nın başına gelenler– takıntılı bir
coşku ve heyecan her zaman var, Anıtkabir törenleri, bayrak
törenleri, Ata’ya gidip şikâyet etmeler… Sürekli bir Ata
durumu, yani bir törensellik, dini derecede
görebileceğimiz bir törensellik ve aşırı bir bağlanma hali
var.
M.T.:
Hoş bir şey aklıma geldi. Yabancı bir Türkolog –Türkçe de
biliyor–, Ankara’ya gelmiş, taksiye binmiş “Beni Atatürk’ün
türbesine götürün” demiş. Şoför de Müslüman biriymiş
anlaşılan, çok kızmış buna. Halbuki, adam haklı. Anıtkabir bir
türbedir. Ama biz onu asla böyle görmek istemiyoruz. Yani
toplum görmek istemiyor.
Burada
fanatiklikten biraz yan konuya sapıyoruz ama sonuçta
Cumhuriyet’le birlikte bizi Batı karşısında geri
bıraktırdığı düşünülen, Batı’ya karşı kaybetmemizin en
önemli faktörlerinden biri olarak düşünülen Doğu / İslam bir
şekilde egemen politik kültürün dışına atıldı.
M.T.:
Ama tabii Türkiye bu macerada yalnız da değildi. Biraz da
evrensel bir hava var. Yani 19. yüzyıldan itibaren bizim
Tanzimat modernleştirmecileri “din ilerlemeye engeldir”
derken, kendi dönemlerinde Avrupa’da da hâkim olan fikri dile
getiriyorlardı. Muhtemelen 20. yüzyılın ortasına kadar bu
pozitivistik inanç devam etti. Neredeyse dünyada bir
kırılma oldu.
Türkiye’de
herhalde daha da şiddetle yaşandı bu. Yani, Batı’da yine
kilisesiyle, Kiliseye bağlı, onun yörüngesindeki bir sürü
kurumuyla devam eden, yasal, meşru zeminde devam eden dini kurumlar var.
M.T.:
Ama Batılılar da bunu sanki bir göreneğin devamı gibi
görüyorlardı. Ben çok iyi hatırlıyorum, 1950’li yıllarda
Freyer adında bir Alman sosyolog gelmişti Siyasal’a; o bize
işte Batıda ailelerin toplanıp kiliseye gitmesini falan
artık özgün anlamından kopmuş bir göreneğin devamı, bir
sosyal alışkanlık gibi takdim ediyordu. Bunu söylerken de bir
hayli doğru bir gözlem yapıyordu bence. Ama bütün dünyada yer
yer –her yerde olduğu söylenemez– bir dönüş başladı. Belki
Amerika, Avrupa Birliği’nin çoğu ülkelerinden daha dindar.
Avrupa Birliği’nde Katolik güney, Protestan kuzeyden daha
bağlı, değil mi?
Ama
ben şöyle bir farkı vurgulamak isterim yine de. Batıda olan;
daha uzun bir zaman diliminde, değişik toplumsal konumların,
çıkarların çatışması üzerinden gelişen ve dinin etkisinin
tedrici olarak azaldığı daha organik bir süreç. Türkiye’de
ise daha sert, daha kısa zamanda ani bir gelişme oluyor. Ana
politik kültürün dışına atılıyor.
M.T.:
Orada bir şey daha var. Tabii bu benim profesyonel
deformasyonum, kendi uğraştığım dönem olduğu için; mesela
Milli Mücadele yıllarında başka bir tutunum öğesi olmadığı
için din eskiden olmadığı kadar çok vurgulanmıştır. Yani
Milli Mücadele, İslam milletinin mücadelesi diye
yüceltilmiştir. Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda hiçbir zaman
kürsüden Kuran okunmazdı, ama Büyük Millet Meclisi’nde okundu.
Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda öyle Ayet-i Kerime’ler asılı
değildi, TBMM’de asılıydı. Yani din hem çok yüceltildi, ondan
sonra da hilafetin kaldırılmasıyla başlayan çok hızlı, ani
ve keskin bir laiklik dönüşü yaşandı…
Şimdi
böyle hızlı atınca bir boşluk doğuyor. Çünkü bu insanlar bir
iki günde, bir iki haftada, ayda değişecek insanlar değiller.
Böyle uzun on yıllara, yüzyıllara dayalı bir zihniyet
evrimi, kültürel evrim falan olmuyor sonuçta, aynı
insanlarla bir şeylere dayalı olmadan, kurumsal düzeyde bir
şeyleri değiştiriyorsunuz ama insanların düşünme
şekilleri aynen devam ediyor. Dolayısıyla dini düşünce, çok
genel anlamda dini düşünce devam ediyor ne kadar laik
olunursa olunsun. Dolayısıyla Atatürk öldüğünde onun
Anıtkabir’inin bir türbe fonksiyonu kazanması, orada
yapılan, oraya gidip gelmelerin dini tören gibi ifa edilmesi
ve bunun hâlâ devam ediyor olması, işte hâlâ her tarafta
heykelini, resmini görüyor olmamız, sonuçta
dinselleştirmedir. Aynı zihniyet kalıplarının başka bir
düzeyde devam etmesi, hatta değişik bir düzeye geçildiği
için daha da sertleştirerek kendi içerisinde iyice
katılaştırarak devam etmesi. İkisinde de –dini düşüncede
de, laikçi olduğu söylenen düşüncede de– ortak özellik,
eleştirel düşünceye yer verilememesi. Yani mutlak
doğrularımız var, sorgulanamaz tartışılamaz dogmalarımız
var ve bunlara dokunanı çarparız, yakarız, yakamadığımız
zaman sinir krizleri geçiririz şeklinde bayağı bir nöbet
geçiriyor Türkiye işte...
M.T.:
Peki Türkiye’nin sorunlarını örnek olarak ele aldık ama daha
bir genel bakışla fanatiklik Türkiye’ye özgü bir şey değil.
Dünyada da mesela en problemli olduğu yerler nereleri?
Hepimizi
doğrudan etkilediği için Bush dönemi mesela politik
fanatikliğin doruk noktalarından biri. Tabii sadece kişi
olarak George Bush değil mesele, ama Bush yönetiminin, o
zihniyetin ve o ekibin politik hedeflerini,
politik-ekonomik hedeflerini gerçekleştirmek için bize ne
tür yalanlar söylediğini, ne tür taklalar attığını, ne tür
dalavereler çevirdiğini herkes gayet iyi biliyor. İşte
maalesef dünyanın en güçlü ülkesi, dünyanın en büyük
ordusuna sahip ülke; bu da çok ciddi bir fanatiklik örneği ve
hepimizi ilgilendiriyor ve işte yüz binlerce sivilin
öldüğü, hâlâ devam eden
bir işgal var. Bu da çok ciddi bir fanatiklik. Bush
fanatizmiyle birlikte anılması gereken, artık herkesin bir
fikir sahibi olduğu Evangelist/Hıristiyan fanatizmi var.
Başka bir fanatiklik örneği tabii Filistin’in işgali
üzerine İsrail’in tutumu… Orada da çok ciddi bir fanatiklik
söz konusu. Avrupa’da uzun zamandır ve son zamanlarda
İsrail’in tutumu yüzünden son 30 – 40 yılda Ortadoğu’da
artmakta olan anti-semitizmde de çok ciddi bir fanatiklik
görmek mümkün. El-Kaide (ya da Türkiye’de Hizbullah) vb tarzı
İslamcı fanatizm hepimizin malumu. Fanatiklik olmayan yer
yok muhtemelen, ama en mümbit topraklar öteki korkusundan
beslenen politik ve dini ideolojilerin ön planda olduğu
yerler. Yani ayrımcılıktır, ırkçılıktır, milliyetçiliktir,
köktendinciliktir, bu tür ideolojilerin, tutumların çok
ağırlıkta olduğu yerler, fanatiklikten beslenen ve
fanatikliği besleyen yerler. Türkiye de gayet mümbit bir
toprak fanatiklik için. Ama değişik derecelerde dünyanın
hemen her yerinde olan bir şey.
M.T.:
Uzakdoğu’ya bakınca da bize geleneksel olarak öyle gelirdi
ki, Çin ve Japonya daha yumuşak, –belki onların kendilerine
mahsus dinleriyle ilgili bir şey bu– daha yumuşak tutumlar
sergiliyorlar. Oysa Çin’de, Mao dönemi yaşandı, onunla
hemzaman olarak Japonya’da militarizmde, bütün Pasifik’e
hâkim olma savaşında büyük bir fanatizm yükselişi oldu,
yani bundan masun kalan hiçbir kültür yok gibi görünüyor.
Afrika’da kabileler arasında fanatiklik binlerce,
milyonlarca insanın kurban edilmesine yol açtı...
Şimdi
şöyle bir parantez açmak lazım, bu potansiyel olarak
hepimizde vardır dediğimiz zaman şöyle bir yerden yola
çıkıyorum: Bebek ilk doğduğunda bir psikolojik bütünlük
içerisinde olduğunu söyleyemeyiz. Böyle bir şey yok, bu
yavaş yavaş olacak bir şey. Bebek uzunca bir süre, yani ilk bir
yıl boyunca parça parça algılıyor, annesini, annesinin
memesini, giderek kendisini ve bunlar, bir yaş civarına
kadar tümden-iyi ve tümden-kötü şeklinde algılanıyor. Meme
iyi süt veriyorsa tümden-iyi, vermiyorsa tümden-kötü; o aynı
meme olarak zihinde temsil edilemiyor, farklı anlarında o
memenin iyi süt vermesi anında o iyi bir meme, süt vermediği
anda da o başka bir meme sanki, tümden kötü bir meme. Bu
‘tümden-iyi’ ile ‘tümden-kötü’ bir araya gelip “ya bir tane meme
var, bazen iyi bazen kötü” biçiminde algılanamıyor bebek
tarafından. Entegrasyon zamanla olan bir şey.
M.T.: Yani bu siyah beyaz bakışın bebeklikten geldiğini söylüyorsun.
Potansiyel
olarak evet. Yani bütünsel bakamıyor, daha anlık bakıyor
bebek… Annesini de öyle algılıyor, kendisini de öyle
algılıyor. Dünyayı öyle algılıyor, çünkü bu kapasite
meselesi olgunlaşma meselesi… Çeşitli yaşantılarla,
milyonlarca etkileşim sonrası bunları bir araya getiriyor
ve nihayet “Haa, benim bir tane annem var aslında, bu annemin
şöyle iyi ama şöyle de kötü özellikleri var” diye
bütünleştirebiliyor. Bazı arızalar olduğunda o dönemde,
bu bütünleştirme işleri yeterli bir şekilde yapılamıyor,
eksiklikler söz konusu olabiliyor. Bebeklikteki arızalara
bağlı olarak, bir sürü insan, tümden-iyi / tümden-kötü
tarzında, yani ak-kara tarzında algılamaya daha açık, daha
yatkın hale geliyor. Bu da tabii hayatlarının her anında
olmuyor, daha çok, zorlandıkları zamanlarda, tehdit altında
oldukları zamanlarda o daha arkaik düşünme / hissetme
modlarına geri dönme gibi düşünebiliriz bunu. Yoksa biz
burada herhangi bir tehdit yoksa, zorlanma yoksa, güle
oynaya yaşayabiliriz. Ama mesela “Yangın var! Koşun!”
dendiğinde kapı dar bir kapıysa ve sırayla çıkmak
zorundaysak, orada mesela bir tehdit var ve arkada kalanlar
için ölme ihtimali artıyorsa, öyle bir durumda nasıl
davranırız? Herkesin selameti için işbirliği mi yaparız,
yoksa kendimizden başkasını gözümüz görmez ve önümüze
geleni çiğneyerek kendimize yol açmaya mı çalışırız?
Buradaki tehdit gerçek bir tehdit de olabilir, hayali/boş bir
tehdit de olabilir. Kişi
tarafından nasıl algılandığı önemli. Ve bu tehditlerin illa
yangın gibi fiziksel tehdit olmaları da gerekmiyor, çok
daha sıklıkla söz konusu olan duygusal tehditlerdir. Terk
edilme, aşağılanma vb. Bu gibi durumlarda nasıl
davranıldığı tehdit algısının yoğunluğuyla ve kişilik
örgütlenmesinin ne kadar bütünleşmiş/olgunlaşmış
olduğuyla ilgilidir. Şimdi bu bireysel düzeyde böyle de,
toplumsal düzeyde de benzer bir sürecin işlediğinden
bahsedebiliriz. Modern Türkiye’nin sosyo-politik tahayyül
dünyasına baktığımızda, kuruluşundan itibaren, Türk
milliyetçiliğinin egemenliğinde kurulan bir politik
kültür söz konusu; burada hep dış düşmanlar–iç düşmanlar
söylemi çok başat bir şekilde, çok ağırlıklı bir şekilde yer
alıyor. “Biz iyiyiz onlar kötü”, “Biz mağduruz onlar düşman”,
“Biz mağduruz onlar saldırgan” tarzı ikilikler, ak-karalıklar
var. Yani biz genel olarak “Biz şöyle böyle bir toplumuz, şöyle
iyi yanlarımız var, böyle kötü yanlarımız var” diyemiyoruz,
bütün yönleriyle bir arada ele almakta, geçmişten gelen
ve/veya şimdiki durumda süren kötü hallerimizle
yüzleşmekte epeyce zorlanıyoruz. O toplumsal olgunlaşma
henüz çok fazla ilerlemiş değil. Ya da işte Batı, Avrupa
Birliği vb konuşulurken, işte bazı insanlar, “Avrupa
Birliği’nin şöyle iyi yanları var, böyle kötü yanları var”
diyorlar ama genele baktığımızda ağırlıkla Avrupa
Birliği’nin şeytanlaştırıldığını ya da bazı insanlar
tarafından müthiş yüceltildiğini görüyoruz, bir denge
olamıyor. Böyle hem iyi yanını görelim, hem kötü yanını
görelim, hem olumluyu hem olumsuzu görelim, daha nesnel bir
değerlendirme yapalım, olamıyor, bitişemiyor, entegre
olamıyor. Fanatikliğin psikolojik olarak arka planında bu
entegrasyon arızası var; yani bir şeyleri tümden-iyi ve
tümden-kötü diye gördüğümüzde, fanatik olmak zorundayız
zaten, o zaman çok tehlikeli bir dünya var. İki konum var: ya
tümden-iyi olacağız ya da tümden-kötü olacağız. Biz tümden-iyi
olduğumuza göre başkaları tümden-kötü, o zaman fanatik
olmak zorundayız, yoksa bertaraf olacağız. Taraf olmak
zorundayız yoksa bertaraf olacağız meselesi.
M.T.:
20. yüzyılda çok sıkı sınavlar yaşandı, mesela 1. Dünya
Savaşı bütün savaşlara son verecek bir savaş olmak üzere
yapıldı. İşte sonradan da bu Versailles
ve Sevr Antlaşmaları için, “Bütün barışlara son veren barış”
denmeye başlandı... Mesela İngiltere’de “Alman’ın iyisi,
ölüsüdür” diye yaygın bir söz vardı. Bizim demokrasinin
şampiyonu diye düşündüğümüz Churchill mesela düpedüz
Almanlardan nefret eden
bir siyaset adamı. Almanya ile Fransa iki kere boğazlaştı…
Bakalım, Avrupa Birliği bundan önceki bu karşılıklı
nefretleşmelerin üstesinden gelebilecek sağlamlıkta bir
yapı olacak mı? Bu hala kesin değil.
Tabii.
Kesin değil ama Avrupa Birliği Projesi’nin, şöyle bir
özgünlüğü var bence, ilk defa bu kadar çok ulus-devlet gönüllü
olarak bir araya gelip “Biz bir birlik olacağız” diyorlar.
İçeriği tartışılır, ama daha üst bir birlik yapacağız
diyorlar; bunu gönüllü olarak söylüyorlar, yani işgal ya da
zorlanma sonucu değil. Şimdi bu benim bildiğim dünya
tarihinde ilk defa olan bir şey. Yani başka bir örneği yok
bunun, değil mi?
M.T.:
Viyana Kongresi’nden beri, hani o Napolyon Savaşları
sonrası travma atlatıldıktan sonra Avrupa Ahengi diye bir
şey kurulmaya çalışılmış ama o ahenk çok devam edememiş,
birkaç kere büyük kırılmalara uğramış.
Evet, bu sefer becerdiler. Devam eder etmez, bilemeyiz.
M.T.:
Evet, bunun sürekli olması için de bütün eğitim
sistemlerini, mesela okullardaki ders kitaplarında
karşılıklı nefretleşmeyi tahrik eden şeyleri ayıklamaya falan çalışıyorlar; ne ölçüde olduğuna emin değilim ama en azından bir niyet var.
Bu
anlamda önemsiyorum ben işte. Bunun tabii önemli olmasının
yanında değerli ve kalıcı olabilmesi için de herhalde
Avrupa Birliği’nin kendi içiyle dışını ayıran sınırları ne
kadar geçirgen, ne kadar sert, katı çizdiği meselesi çok
önemli olacak. Avrupa Birliği bir tane ulus devlet yerine 25
tane ulus devletin bir araya geldiği ama yine kendi dışıyla
çok katı, geçirgen olmayan sınırların çizildiği,
dolayısıyla biz-onlar ayrımlarının çok katı bir şekilde
çizildiği bir yer olacaksa, yine bir fanatiklik besleme
kaynağı olacaktır ve daha geniş ölçekte olacaktır bu sefer.
M.T.:
İşte o açıdan, Türkiye’nin AB’ye katılması
Yahudi-Hıristiyan geleneğine dayanan bir AB’nin daha
genişlemesi anlamına gelebilir; bir Hıristiyan Kulübü
olmaktan çıkartabilir AB’yi. Yani bu sadece bizim açımızdan
değil tüm dünya için de önemli bir şey.
Tabii,
zaten Avrupa’daki tartışma da fanatik diyebileceğimiz
Hıristiyanlarla, Avrupa’yı Hıristiyanlık üzerinden
tanımlamak isteyenlerle, buna daha soldan bakan, eleştiren,
Avrupa’nın bununla tanımlanamayacağını söyleyenler
arasında. İşte, Türkiye’ye yaklaşımın bir boyutu da böyle bir
şey. Hıristiyanlar için de, Müslümanlar için de, ya da başka
ideolojik – politik konumlanmalar için de bir tane özellik
saptıyoruz; Hıristiyanlık, Müslümanlık, Türklük, Kürtlük
neyse, bu özellik bizim için en belirleyici, en önemli özellik
oluyor. Kimliğimizin köşe taşı oluyor. Onda hafif bir
yamulma olduğu zaman, biz biz olmaktan çıkacağız gibi
hissediyoruz. Kendimizi yalnızca ve büyük ölçüde oradan
doğru tanımladığımızda, onun dışındaki kimlik
konumlarıyla aramıza çok net ve kalın, sert bir çizgi çekmemiz
gerekiyor, dışlamamız gerekiyor bir yerde. Ortak bir alan,
ortak bir insani zemin varsaymamamız gerekiyor ki, o
katılıkta sürdürebilelim. Bu da işte fanatizm üreten temel
mekanizmalardan biri; o katı biz-onlar ayrımları, o
sınırların çok katı çizilmesi, ortak insani zemine ve orada
yaşanmasına izin verilmemesi… AB içinden Türkiye’nin
üyeliğine karşı çıkan, Hıristiyanlık üzerinden beslenen
fanatikler de öyle, Türkiye’den AB üyeliğine bu nedenle
karşı çıkan, “Hıristiyan kulübüne katılacağız,
kimliğimizi kaybedeceğiz, bizi bölecekler” diye karşı
çıkanlar da... Zaten zıt kamplardaki fanatikler ne kadar
birbirlerinin gözlerini oysalar da sonuçta kardeştirler,
birbirlerini besleyen bir süreç yaşarlar. Birbirlerine
ihtiyaç duyarlar. Dolayısıyla Avrupa’da böyle
Hıristiyanların ya da ayrımcıların, milliyetçi /
ırkçıların olması, Türkiye’deki AB karşıtları için bulunmaz
bir nimettir. Çünkü kanıt bulmuş olurlar. O zaman işte
“Avrupa’nın yüzde 30’u, 40’ı, 60’ı böyle düşünüyor” demezler,
“Avrupa böyle düşünüyor” derler. Tümden-iyi, tümden-kötü
böyle bir şey. Aşırı genellemeler üzerinden gider ve
bütünlüğü içinde görülmez iş. Evet yanlış değildir, Avrupa’da
öyle düşünenler vardır ama hepsi öyle değildir. Türkiye’de
böyle düşünenler vardır ama hepsi öyle değildir. Hayat
karmaşıktır, fanatiğin ise karmaşıklığa tahammülü yoktur,
basitlik peşindedir.
M.T.:
Tabii Avrupa’daki bir şey de herhalde bütün Avrupa
ülkelerinin genel kamuoyu ile oradaki yönetim arasında bir
şey. Genel kamuoyunda geleneksel İslam karşıtlığı,
İslamofobi falan daha yaygın görünüyor, yönetimler de daha
uzağa bakan vizyonları olduğu için bunu aşmaya
çalışıyorlar. Türkiye’de de benzer bir durum var.
Yani
sonuçta fanatizm içinden büyünmesi gereken bir pozisyon.
Ben yıllarca Siyasal Düşünceler Tarihi hocalığı yaptım,
beni en çok etkileyen şeylerden biri, İngiliz İç Savaşı
sırasında hani Cromwell New Model Army diye bir ordu
oluşturuyor. Cromwell daha tutucu bir adam tabii, fakat
giderek o ordunun içinde daha radikal fikirler ortaya
çıkıyor, Leveller hareketleri, düzleyicilik hareketleri
ve ordu içinde tartışmalar var. Bunların tuttuğu zabıtlar
günümüze kalmış, orada Cromwell ve Eirton’a (ordunun
komutanı) askerlerin temsilcileri “Yalvarırım yanılmış
olabileceğinizi, bizim de haklı olabileceğimizi düşünün”
diyorlar. İngilizcesi çok çok şiirsel bir dille ifade edilen
bir şey, tam fanatikliğe karşı söylenecek şey: “Yalvarırım
yanılmış olabileceğinizi bir an düşünün, bizim de haklı
olabileceğimizi düşünün!”
Burada,
şunu da eklememiz lazım: Bir fanatik neredeyse hiçbir zaman
yanılmış olabileceğini düşünmez; dolayısıyla
tartışmayla pozisyonun durumu değişmez. Tabii dereceleri
vardır ama fanatik biri için bu mutlak doğru olduğundan,
tartışmayla değişecek bir durum yoktur. Onun için kurumsal
yapılanmalar, yasal durumlar, sınır koymalar, tutarlı bir
şekilde kuralı/yasayı uygulamak çok önemlidir. Örneğin
Türkiye’de bir sürü linç eylemi oldu son iki üç yılda, 30
civarında. Bunların hepsinde linçe maruz kalanlar
gözaltına alındılar, linç eylemini yapanlara hiçbir şey
olmadı. Bu ne demek? “Linçlere devam edin kardeşim, doğrudur”
demek. Hatta valiler, belediye başkanları çıkıp,
“halkımızın tepkisi” dediler, maruz gösterici bir sürü şey
söylediler. Bu da ne demek, vali de vali olmasa, o gün sokakta
olsa, o da kalabalığın arasında olup iki tane de o
patlatacak. Fanatikliği engellemenin en önemli
mekanizmalarından biri sınır koymaktır. Bu gözaltına almak
da olur, ceza vermek de olur. Sınır koyunca fanatiğin
bireysel olarak düşüncesi değiştirilemeyebilir ama
topluma verilecek mesaj, arkasından gelecek mesaj çok
önemli. Çünkü fanatiklik, sınır konmazsa çok kolay
üreyebilecek bir şey. Özellikle tehdit algısı yaygın ve
yoğunsa çok kolay ürüyor, sirayet ediyor, yayılıyor.
Engellenebilmesi için iktidara da çok görev düşüyor şu
durumda. Böyle konuşan belediye başkanı mı var, vali mi var,
görevli mi var, hemen değiştirilmeli, soruşturulmalı,
cezalandırılmalı, hemen bir şey yapılması lazım. Böyle
şeyler olmuyor Türkiye’de, onun için de fanatiklik artarak
devam ediyor. Bu yüzden, fanatiklik karşısında iktidar
sahiplerinin çaresizliğinden değil, açık ya da örtük
işbirlikçiliğinden ve suç ortaklığından bahsetmek çok daha
uygundur.
Cogito, Kış 2008
“Çocukluğum Çok Güzeldi; Babam Kaybedilene Dek”
İstanbul - BİA Haber Merkezi
24 Mayıs 2013, Cuma
* 17-31 Mayıs tarihleri 1996’da İstanbul’da gerçekleşen 1.
Uluslararası Gözaltında Kayıplar Kurultayı’nda alınan kararla Gözaltında
Kayıplara Karşı Uluslararası Mücadele Haftası olarak kabul edildi.
Hüseyin Taşkaya 42 yaşındayken 6 Aralık 1993’te
Urfa’nın Siverek İlçesi’ne bağlı Bağlar Mahallesi’nde gözaltında
alındıktan sonra kendisinden bir daha haber alınamadı.
Hüseyin Taşkaya Nasıl Kaybedildi? |
Kürt bir iş insanı olan Hüseyin Taşkaya’yı 6 Aralık 1993’te evden
gözaltına alan otuz kişilik konvoyu Üsteğmen Ahmet Şentürk yönetiyordu.
Konvoyda Sedat Bucak’ın kardeşi Ahmet Bucak, Bucak aşiretine bağlı
korucular Halil Beyazkaz, İsmet Özeyranoğlu, Kemal Üzeyroğlu, Mustafa Üzeyroğlu ve emniyetten Kemal isimli bir görevli de vardı. Bucak aşireti reisi ve korucubaşı Sedat Bucak kendisiyle görüşen Tşkaya ailesine “Bizim ekip almış fakat devlete teslim etmiş, bundan sonra haberimiz yoktur, devlet biliyor” dedi. Başvurulara rağmen Taşkaya’nın gözaltına alındığı inkar edildi. |
Taşkaya kaybedilmeden bir hafta önce dört çocuğu ve eşiyle birlikte
İstanbul’a taşınmış, işleri için Siverek’e gitmişti. Hüseyin ve Sultan Taşkaya’nın en küçük çocukları Serpil Taşkaya babası kaybedildiğinde 7 yaşındaydı.
Şimdi 27 yaşında, kendisinin de bir çocuğu olan Serpil Taşkaya ile konuştuk.
“Çok güzel bir çocukluk geçirdim” diye anlattığı babasıyla geçirdiği
yedi yılı; hem babasının kaybedilmesi hem İstanbul’da yaşama hem de
“Kürtçe konuşmayın” baskılarının onu nasıl değiştirdiğini; korkularını;
kötü giden okul hayatının içinde duyduğu “Baban okumanı isterdi” cümlesi
sonucu şimdi yüksek lisans yapan bir kadın olduğunu anlattı.
"Kızların okumasını istemezlerdi, babamsa farklıydı"
Nasıl bir çocukluk geçirdiniz?
Dört kardeşiz, üç ağabeyim var. Çocukluğum yedi yaşına kadar çok
güzel geçti. Çevremdeki çocuklar bana, hayatıma özenirdi. Herkes yokluk
içerisindeyken ben bolluk içerisindeydim. Güzel oyuncaklarım,
kıyafetlerim olurdu. Ben kıyafetlerimi, oyuncaklarımı isteyen
arkadaşlarıma verir onlarınkini ben giyerdim.
Babamla ilişkim çok iyiydi. dört beş yaşındayken okuma yazmayı
öğretti bana, beş yaşında da okula başladım. Benim için babam farklı bir
yerdeydi, sürekli birlikteydik. Ben babama, babam da bana çok düşkündü.
O dönemde bizim oralarda kız çocukları çok değerli değildi,
okutulmasına karşı çıkılırdı. Bizde öyle değildi, babam çok farklı bir
insandı.
Babam ben doğmadan önce altı sene hapishanede kalmış. Kürt olmak
suçtu zaten o dönemde. “Terör” demişler ama suçsuzluğu anlaşılmış,
sonunda beraat etmiş. Okuma yazmayı hapishane öğrenmiş, yüzlerce kitap
okumuş orada. Bizim okumamıza çok önem veriyordu.
1993 Aralık’ında neler yaşandı?
Babam müteahhitti, hapishaneden çıktıktan işleri iyi gitti, güçlendi.
Bucak aşireti vardı Siverek’te. Aşiret sistemi kendisine rakip birini
istemez. Babam tehdit edilmeye başlamış, annem anlattı bana sonradan,
babama bir şey olacağından korktuğunu söylemiş.
Böylece İstanbul’a taşındık. Aziz amcam buradaydı, daha önce onları ziyarete gelirdik.
"Annem, babam ve ben İstanbul Üniversitesi önünde. Yıl 1990. |
"Geri bırakmayacaklarını biliyorduk"
Aynı ay içinde babanız kaybedildi. Nasıl hatırlıyorsunuz?
Biz evi yerleştirmeye çalışırken yaklaşık bir hafta sonra babam
işleri için Siverek’e gitti. Dayımların evinde kalırken 30 araçlık bir
konvoyla gelenler eve baskın yapıyor. Aralarında Üsteğmen Ahmet Şentürk,
Bucak aşiretinden Sedat Bucak’ın kardeşi Ahmet Bucak, soyadını
bilmediğimiz emniyet amiri Kemal ve korucular da varmış.
Herkesin gözü önünde olmuş, amcamlardaydık, bize dayımlar haber
verdi. Götürdülerse artık gitti dedik. Daha önce çok insan götürüldü
bizim oralarda ve bir daha haber alınamadı. Yine bekliyorsunuz gelmesini
ama o gün “Babam öldü” dedik, geri bırakmayacaklarını biliyorduk.
Ben çok küçüktüm ama bağrışmalar, ağlaşmalardan babamın öldüğünü biliyordum.
"Ağabeylerim okulu bırakmak zorunda kaldılar"
İstanbul’da babanızdan sonraki süreç siz çocuklar için nasıl geçti?
İstanbul’a taşındıktan bir hafta sonra babamın kaybolduğu haberi
geldi. Bir yandan babamın kaybedilmesi bir yandan İstanbul’da yaşamaya
çalışmakla, Kürt olmamız nedeniyle bize yönelen baskılarla karşı karşıya
kaldık.
Ağabeylerim babamdan sonra okulu bırakmak zorunda kaldı. En
büyük ağabeyim üniversiteyi kazanmıştı gitmedi, diğerleri de lise ve
ortaokulda iken okulu bıraktı, çalışmaya başladı. Bir iş de
bilmiyorlardı işin kötü tarafı o. Babam öyle hayat vermiş ki hiçbirimiz
çalışmayı bilmiyorduk. Çekirdek, çikolata sattılar sokakta.
Otobüsle bir yere gidip gelmek de tuhaf gelirdi, Urfa’da yürüyerek
giderdik. Sokakta kendi dilimizde konuşmamız suçtu, insanlar “Niye
Kürtçe konuşuyorsunuz?” diye tepki gösteriyorlardı. Başka eve taşındık
daha sonra, ev vermiyorlardı bize.
Babamın kaybedilmesinden sonra Siverek’teki akrabalarımız da yavaş yavaş buraya gelmeye başladı. Onların desteği çok büyüktü.
"Nereli olduğumu, babamı, Kürt olduğumu hep sakladım"
Sizin okul hayatınız nasıl geçti?
Ben ilkokul ikinci sınıfa burada İstanbul'da başladım. Öncesinde çok
hiperaktif, akıllı bir çocuktum; babamın verdiği eğitim vardı. İçine
kapanık değildim. Şımartılıyordum da.
Babamı kaybettiğim dönemden sonra çok farklı bir çocuk oldum. Hep
içime kapanıktım, kendimle konuşurdum. Okulda kimseyle konuşmaz, bir
köşede otururdum. Babamın kaybedilmesi ve yaşadığımız ötekileştirme
bende çok büyük bir etki yarattı.
Hiçbir yerde Kürt olduğumu, nereli olduğumu söyleyemez, babamla
ilgili konuşamazdım. Hepsini sakladım. “Nerelisin?” dediklerinde başka
bir yer diyordum çünkü korkuyordum. Urfalıyım deyince herkes bana
saldıracakmış gibi geliyor. Hep korkutulduk.
"Baban okumanı isterdi"
Şimdi Başbakanın karşında, Galatasaray Meydanı’nda babasının akıbetini soran bir kadın var. Bu dönüşüm nasıl gerçekleşti?
Fotoğraf: Veysi Altay |
Günün şartlarının değişmesiyle de alakalı. Eskiden dışarıda Kürtçe konuşamıyordum ama bu gün istediğim her dilde konuşabilirim.
Asıl dönüm noktam ise lisedeyken oldu. Çok başarılı bir öğrenci iken
babamdan sonra çok başarısız oldum, okul hayatım çok kötü oldu. Lisede
iki sene sınıfta kaldım.
O zaman annem bana babamın okumamı ne kadar istediğini, kendisinin de
benim avukat olmamı beklediğini söyledi. “Okumuş olsaydım o gün
hakkımızı arayabilirdik, okumamamın cezasını çok büyük ödedim” diyordu.
Babamın cezaevinden ağabeylerime yazdığı mektuplarda da hep “okuyun”
diyor.
O anda kafama dank etti. En azından babamın istediğini yerine getireyim dedim.
Liseyi dışarıdan bitirdim. Urfa Haran Üniversitesi’nde Tarih okudum,
şimdi de İstanbul Üniversitesi’nde yüksek lisans yapıyorum. Bitmek
üzere, doktora yapacağım inşallah. Hepsi babamın beni bu şekilde görmek
isteyeceği düşüncesiyle oldu.
Avukat olmaktı amacım ama o zaman bilmiyordum sözel bölüm seçtim, oradan hukuk okunamıyormuş. Belki bundan sonra okuyabilirim.
"Ben korkuyu atlattım"
Cumartesi eylemlerinin hayatınızdaki yeri ne?
Küçükken annem çok Türkçe bilmiyordu, ben biliyordum, onunla birlikte
gidiyorduk bazen. Küçüktüm, çok da anlamıyordum, sadece babamın
fotoğrafının anlamı vardı. O zaman saldırılar oluyordu, bir keresinde
yeni aldığım ayakkabım kaybolmuştu, çok üzülmüştüm. Zaten yokluk
içindeydik
Üniversiteye gittiğimde Urfa’daki eylemlere gitmeye devam ettim.
Teyzemde kalıyordum ve annemle o korktukları için beni bırakmıyordu
teyzem çok. Ama Aziz amcam, “Git” diyordu.
Yaşadıklarından çok korkmuşlar. Hepsine tanık olmuşlar; geliyorlar,
alıyorlar ve gidiyor. Şimdi Faik amcamı da aldılar, KCK tutuklusu. Bu
nedenle çok korkuyorlar.
Ben de diyorum ki; zaten yapmaya çalıştıkları şey bu, korkutmak. Bana
göre korkuların üstüne gitmek gerekiyor. Benim üzerimdeki korku gitti.
Korkuyu atlattım.
Şimdi çocuğum var, 13 aylık henüz. Galatasaray meydanı’na birkaç kez
çocuğumu da götürdüm. Babamın en çok görmek istediği benim çocuğumdur
diye düşünüyorum. Oraya götürmek çok büyük anlam ifade ediyor, onun da
orada olması gerektiğini düşünüyorum.
Son zamanlarda cumartesileri İngilizce kursum olduğu için gidemiyorum
meydana. Ama işlerimi yoluna koyunca daha yakından ilgilenmek
istiyorum.
Hala benim çocukluğumdaki halim gibi kayıplarını söyleyemeyen
insanlar, o meydana gelmeyenler var. Ben İstanbul’da oturup konuşuyorum
ama bizim oralar nasıl bilmiyorum. Hala aşiret var orada ve insanlar
korkuyorlar. Onların da katılımıyla kayıplarla ilgili mücadelenin mümkün
olduğunca geniş kitlelere yayılmasını istiyorum.
" 'Sorumlu' dediğimiz için bize soruşturma açıldı"
5 Şubat 2011’de kayıp aileleri Başbakanla görüştüğünde siz de oradaydınız. Bu görüşmeden beklentileriniz nelerdi, ne kadarı karşılandı?
Umut kıvılcımı oluyor ama genel anlamda bir beklentim yoktu. Çünkü
görüşmenin seçimlerin yaklaşmasıyla ilgili olduğunu, devletin kendi
politik amaçları için kullandığını düşündüm. Cemil Kırbayır ve Tolga
Baykal Ceylan hakkında biraz inceleme yapıldı. Daha sonra Cumartesi
Anneleri’nden hiç bahsedilmedi.
Ki, bizim sorumlularımız vekil adayı oldu. Dönemin Urfa Valisi Tevfik Ziyaeddin Akbulut
2011 seçimlerinde Adalet ve Kalkınma Partisi'den (AKP) Tekirdağ adayı
oldu. Biz Tekirdağ’da yaptığımız basın açıklamasında diğer isimlerle
birlikte onun da sorumlular arasında yer aldığını söyledik. Açıklamayı
okuduğum için bana ve sanırım amcama soruşturma açıldı. Bir suç yoktu, bir şey çıkmadı, zaten soruşturma sırf korkutma amaçlıydı.
Çözüm süreci ile ilgili neler düşünüyorsunuz?
Kürt olduğumuz için yaşadığımız baskıları anlatmıştım. Bu konuda
atılan adımları olumlu buluyorum. Bu çok büyük bir mücadeleydi zaten.
Sürecin Faik amcam ile ilgili olumlu bir şeylere yol açması umudum var.
Ancak süreç kayıplarla alakalı değil, devletin kayıplarla ilgili bir
şeyler yapması gerekiyor.
Bizim davalarımızdan hiçbir sonuç çıkmadı şimdiye dek. Her yerde
sorumluların kim olduğunu söylüyor, isimlerini veriyoruz ama
araştırılmıyor.
Babamı almaya gelen konvoyda Sedat Bucak’ın kardeşi Ahmet Bucak vardı
diyorum, sadece ben değilim bunu diyen, bir sürü görgü tanığı var.
Konvoyda olan Ahmet Şentürk Ergenekon davasında yargılandı ama babamla
ilgili yargılanmadı.
Her kayıptan sorumlu bir sürü insan var, devlet bu konuda hiçbir şey
yapmadı, kimse yargılanmadı, kayıplar aydınlatılmadı. Bu süreçte de
aydınlatılacağını düşünmüyorum. (BK/HK)
* Kayıplar Haftası 2013 Söyleşileri
Thursday, May 23, 2013
Yani Vlastos: Baba Konuşabilir Miyim?
‘İstanbul’da yaşayan her azınlık vatandaşı kendi dilinde konuşmanın tehlikesini bilir, çocuğuna da öğretirdi.’
Yani Vlastos, Atina’da Türkçe yazdığı kitabında, kendisinin
ve ailesinin tarihini anlatırken en çok İstanbul’u, İstanbul hasretini
anlatıyor. Memleketinden uzakta olan İstanbullu bir Rum için, ‘İstanbul
hiçbir zaman Konstantinopolis,
Konstantiniye, Âsitâne, Dersaadet, Pay-ı Taht olmamıştır.’ Kitabında
söylediği gibi, onlar için İstanbul dünyadaki tek şehirdir çünkü… Yani
Vlastos 1979’da ayrıldığı İstanbul’u, onu şehir yapan ve artık yaşamayan
her şeyi anlatmış… ‘Vatandaş Türkçe konuş, konuşmayanı ikaz et’
tabelalarının altında yaşamasına rağmen, ‘baba konuşabilir miyim’ diye
sorun kızının hatırasına rağmen acılaşmamış Türkçesiyle, Türkçeye hediye
bir üslupla anlatmış…
Kitabınızı, Yunanca aslına sadık kalarak, kendi Türkçenizle
yeniden yazdınızı söylüyorsunuz. Hatta önsöz’de, ‘1979 yılından sonra
Türkçeye giren yeni kelimelere aşina olmadığım için onlardan pek azını
kullanabildim.’ diyorsunuz. Sizin nezaketle, eksiklikmiş gibi
bahsettiğiniz şey, belki de bu an-romanın en büyük gücü olmuş.
Kitabınızın, bizim burada özlediğimiz türden bir dil lezzeti var. Bunu
nasıl karşılarsınız?
Bundan birkaç yıl önce, Atinada çok sevdiğim iki eski sınıf arkadaşımla kırk yılı aşkın bir süreden sonra görüşme fırsatını bulmuştum. Robert kolejde beraber geçirdiğimiz eski yılları yad ettikten ve onları uğurladıktan birkaç gün sonra beni o yılların mezuniyet sınıfının kurduğu gruba üye yaptılar ve böylece onlarla yazışmaya başladım. Zaman zaman ben de yazı ve hatıra yazarken arkadaşların olumlu kritiğıyle karşılaştım. O kadar yıldan sonra benim hala türkçeyi çok iyi kullandığımı söylüyorlar ve beni yazmaya teşvik ediyorlardı. Kitabımın Türkçesini arkadaşlarımdan birine okuması ve gerekirse düzeltmeler yapması için gönderince onun yazdığı bir cümle ile dünyalar benim oldu.
Bundan birkaç yıl önce, Atinada çok sevdiğim iki eski sınıf arkadaşımla kırk yılı aşkın bir süreden sonra görüşme fırsatını bulmuştum. Robert kolejde beraber geçirdiğimiz eski yılları yad ettikten ve onları uğurladıktan birkaç gün sonra beni o yılların mezuniyet sınıfının kurduğu gruba üye yaptılar ve böylece onlarla yazışmaya başladım. Zaman zaman ben de yazı ve hatıra yazarken arkadaşların olumlu kritiğıyle karşılaştım. O kadar yıldan sonra benim hala türkçeyi çok iyi kullandığımı söylüyorlar ve beni yazmaya teşvik ediyorlardı. Kitabımın Türkçesini arkadaşlarımdan birine okuması ve gerekirse düzeltmeler yapması için gönderince onun yazdığı bir cümle ile dünyalar benim oldu.
” Ben senin Türkçeni düzeltemem!”
Nezaketen de olsa yazdığı bu cümle beni kamçıladı, yine sınıf
arkadaşlarım ”Istos” yayınevıyle temasa geçince kitabımı neşre
hazırladım. Kitabımda kullandığım ve sizin lezzetli tabir ettiğiniz
Türkçe benim ve arkadaşlarımın o günlerdeki konuşma dili idi. Aynen
yazıya aktarmaya çalıştım, kendimi edebi bir eser yazmak, veya okuyucuyu
asiri bilgilerle doldurarak bilgiçlik taslamak için zorlamadım. Belki
de farkında olmadan gerekeni yapmışım, bundan çok memnunum.
1979’dan bu yana, Türkçe ile bağınız nasıl sürdü? Yayınları mı
takip ediyorsunuz, yoksa Türkçe konuşulan ortamlar mı dilinizi böylesine
lezzetle bugüne taşıdı?
1979′dan sonra Türkçeden tamamen kopmadım, zira günlük hayatımızda eskisi kadar sık olmasa da Türkçe konuşma fırsatı vardı. Türkiyeden göç eden yaşlı Rumlarının büyük bir kısmı, bilhassa iş hayatına erken atılanlarla kökü anadoludan gelenler, Türkçeyi Rumcadan daha iyi konuşurlardı. Onlarla anlaşabilmek için Türkçeyi tercih ederdik. Bunun yan sakıncaları da yok değildi. İş yerimizde çalışan yaşlı Kore gazisi, konuşurken Yunancayı öldüren bir Rumla, Türkçe konuşmamız bir seferinde alışveriş yapan bir Ermeninin ellindeki malları bırakarak gitmesine sebep olmuştu. İlk yıllarda Türkiyeye seyahat eden her yakınımdan, tanıdığımdan dönüşünde bana gazete getirmesini isterdim. Son yıllarda artık buna gerek kalmadı. İnternet sağ olsun! Zorlama kelimelerin lisanı bozduğuna inananlardanım. Eğer kullandığım Türkçe size lezzetli geliyorsa büyük bir ihtimalle o tür kelimelerin azlığı yüzündendir.
1979′dan sonra Türkçeden tamamen kopmadım, zira günlük hayatımızda eskisi kadar sık olmasa da Türkçe konuşma fırsatı vardı. Türkiyeden göç eden yaşlı Rumlarının büyük bir kısmı, bilhassa iş hayatına erken atılanlarla kökü anadoludan gelenler, Türkçeyi Rumcadan daha iyi konuşurlardı. Onlarla anlaşabilmek için Türkçeyi tercih ederdik. Bunun yan sakıncaları da yok değildi. İş yerimizde çalışan yaşlı Kore gazisi, konuşurken Yunancayı öldüren bir Rumla, Türkçe konuşmamız bir seferinde alışveriş yapan bir Ermeninin ellindeki malları bırakarak gitmesine sebep olmuştu. İlk yıllarda Türkiyeye seyahat eden her yakınımdan, tanıdığımdan dönüşünde bana gazete getirmesini isterdim. Son yıllarda artık buna gerek kalmadı. İnternet sağ olsun! Zorlama kelimelerin lisanı bozduğuna inananlardanım. Eğer kullandığım Türkçe size lezzetli geliyorsa büyük bir ihtimalle o tür kelimelerin azlığı yüzündendir.
Kitabınıza adını veren hatıra, İstanbul’dan ayrılırken kızınızın
‘baba konuşabilir miyim’ deyişi, sanırım benim gibi birçok okurun
yüreğini burktu. Çocuk zihniyle, kendi dilinde konuşmanın tehlikesini,
susarak bertaraf etmeye çalışmak, konuşmaktan korkmak… Siz ve İstanbullu
Rumlar, dilleri üzerindeki bu baskıyı nasıl taşıdı, neler
söyleyebilirsiniz?
Dört yaşındaki çocuğumun bu sorusu benim için de sürpriz olmuştu, zira o güne kadar İstanbul’da hiç bir zaman böyle bir suale muhatap olmamıştık. Çocuk artık herşeyin değiştiğini adeta hissetmişti. Biz ona olan biteni ayrıntılı olarak anlatmamıştık.
Dört yaşındaki çocuğumun bu sorusu benim için de sürpriz olmuştu, zira o güne kadar İstanbul’da hiç bir zaman böyle bir suale muhatap olmamıştık. Çocuk artık herşeyin değiştiğini adeta hissetmişti. Biz ona olan biteni ayrıntılı olarak anlatmamıştık.
O yıllarda ve daha önce, İstanbul’da yaşayan her azınlık vatandaşı
kendi dilinde konuşmanın tehlikesini bilir, ona göre davranır, aynı şeyi
çocuğuna da öğretirdi. En tabii haklarından birini kullanmaması için
yapılan baskıya itiraz edemeden boyun eğerdi. En korkuncu da nedir bilir
misiniz? Ezen de ezilen de artık bunu normal karşılıyordu. Baskıyı
sineye çekmekle kalmıyor adeta baskı yapanların haklı olabileceğini
düşünüyorduk.
Sizin çocukluğunuzun İstanbul’u nasıl bir şehirdi? Bugün baktığınızda hangi izleri görüyorsunuz?
İstanbul çocukluğumda daha sıcak bir şehirdi. Genel olarak özünün değiştiği söylenemez. Değişen ve belki de eski sıcaklığının eksilmesine sebep olan ”aksesuarları” yani insanları ve onların yarattıklarıdır. İstanbul eskisi gibi iki kıtayi birbirinden hem ayıran hem de bağlıyan canlı bir abide dir, dünyada başka eşi yoktur. Çocukluğumun geçtiği Çengelköyde doğduğum ve evlenene kadar yaşadığım evim iskeleye yayan on dakikalık bir mesafede idi. O yıllarda sabah ve akşam saatlerinde daha sık, diğer saatlerde ise saat başı yapılan seferlerden birinden vapurdan çıktığımda evime gidene kadar rastladığım herkese selam verirdim, hepsini, çoğunu ismiyle de tanırdım. Şimdi öyle mi? Aynı blok apartmanda oturanlar birbirlerini tanımıyorlar.
İstanbul çocukluğumda daha sıcak bir şehirdi. Genel olarak özünün değiştiği söylenemez. Değişen ve belki de eski sıcaklığının eksilmesine sebep olan ”aksesuarları” yani insanları ve onların yarattıklarıdır. İstanbul eskisi gibi iki kıtayi birbirinden hem ayıran hem de bağlıyan canlı bir abide dir, dünyada başka eşi yoktur. Çocukluğumun geçtiği Çengelköyde doğduğum ve evlenene kadar yaşadığım evim iskeleye yayan on dakikalık bir mesafede idi. O yıllarda sabah ve akşam saatlerinde daha sık, diğer saatlerde ise saat başı yapılan seferlerden birinden vapurdan çıktığımda evime gidene kadar rastladığım herkese selam verirdim, hepsini, çoğunu ismiyle de tanırdım. Şimdi öyle mi? Aynı blok apartmanda oturanlar birbirlerini tanımıyorlar.
1979’taki gidişinizden bu yana İstanbul’a geldiniz mi? Hangi sıklıkta geliyorsunuz ve bu şehirle bugünkü ilişkiniz ne?
1979′dan sonra İstanbula çok geldim. Zaten ilk yıllarda geride kalıp Atina ile İstanbul arasında mekik dokuyan annem dayım ve teyzem vardı. Simdi artık onlardan hiç biri kalmadı. Uzak birkaç akrabam ve arkadaşlarım var. Artık İstanbulu her ziyaret edişim sadece arkadaşlarımı görmek için oluyor. Bilhassa okul arkadaşlarımı. Bu arada her seferinde İstanbulun yeni bir cephesini tanımış oluyorum, zira İstanbul bitmez, tükenmez!
1979′dan sonra İstanbula çok geldim. Zaten ilk yıllarda geride kalıp Atina ile İstanbul arasında mekik dokuyan annem dayım ve teyzem vardı. Simdi artık onlardan hiç biri kalmadı. Uzak birkaç akrabam ve arkadaşlarım var. Artık İstanbulu her ziyaret edişim sadece arkadaşlarımı görmek için oluyor. Bilhassa okul arkadaşlarımı. Bu arada her seferinde İstanbulun yeni bir cephesini tanımış oluyorum, zira İstanbul bitmez, tükenmez!
Cumhuriyet’le birlikte yürüyen Türkleştirme, ‘Vatandaş Türkçe
Konuş!’ kampanyaları ve 6-7 Eylül’le çığrından çıkan düşmanlık… Bu
baskı, günlük hayatta milliyetçilikle mi, yoksa dinle mi ilgiliydi?
Türkiyedeki azınlıklar ne yazık ki daima günlük problemlerin unutulması için bir dalgakıran vazifesi görmüştür. 1950 yıllarından önce resmi ağızlardan çıkan ”Bizim Kıbrıs diye bir davamız yoktur! ” cümlesi dış baskılarla önce ” Kıbrıs Türktür” sonra ise ” ya taksim ya ölüm” e dönüşmüş ve bu yolda dişarıya baskı yapmanın aczi yüzünden kabak Rum azınlığın başına patlamıştır. Basın oy birliğiyle bütün baskıları onaylamış, hatta önder olmuş Rumları suçlamak için olmadık iftiralar atılmıştır. Hiç bir zaman siyasi bir vaazın verilmediği İstanbul kiliselerinde Kıbrıslı Hellenlere yardım için para toplandığı iddia edilmiştir. Kıbrıslı Hellenleri İstanbul Rumlarıyla eşitlemek ve bir saymak için onlara da yanlış olarak ” Rum” adı verilmiş ve bunun hala kullanılmasına göz yumulmuştur.
Türkiyedeki azınlıklar ne yazık ki daima günlük problemlerin unutulması için bir dalgakıran vazifesi görmüştür. 1950 yıllarından önce resmi ağızlardan çıkan ”Bizim Kıbrıs diye bir davamız yoktur! ” cümlesi dış baskılarla önce ” Kıbrıs Türktür” sonra ise ” ya taksim ya ölüm” e dönüşmüş ve bu yolda dişarıya baskı yapmanın aczi yüzünden kabak Rum azınlığın başına patlamıştır. Basın oy birliğiyle bütün baskıları onaylamış, hatta önder olmuş Rumları suçlamak için olmadık iftiralar atılmıştır. Hiç bir zaman siyasi bir vaazın verilmediği İstanbul kiliselerinde Kıbrıslı Hellenlere yardım için para toplandığı iddia edilmiştir. Kıbrıslı Hellenleri İstanbul Rumlarıyla eşitlemek ve bir saymak için onlara da yanlış olarak ” Rum” adı verilmiş ve bunun hala kullanılmasına göz yumulmuştur.
Kampanya kelimesinin Türkçe olmaması bir yana, asıl amacın Türkçe
konuşmak değil Rumca konuşmamak oluğunu söyleme veya yazma cesaretini
kendilerinde bulamadılar. Bunun ispatı çok kolay. Türkçe yerine
Arnavutça konuştuğunda niçin bana kimse engel olmadı?
Bu kampanyaların ilk aşaması 6-7 Eylül olayları ile doğruğuna ulaştı.
İkinçi aşamanın doruk noktası ise İstanbuldaki Yunan uyrukluların
Türkiye alehindeki zararlı faaliyetlerinin tesbiti (!) ve bunların
Türkiyeden kovulması idi. İkinci aşama usta bir devlet adamının
yonettiği hükümetin eliyle yapıldığı için çok daha başarılı ve etkili
idi. Her ne kadar yapılan baskı tüm basının milliyetçi seslenişi ile
uyar görünüyorsa da dinle ilgisinin daha derin olduğuna inaniyorum. 6-7
Eylül gecesi taş atarken bile helal olsun diyenler veya besmele çekenler
gavur düşmanı idi.
Tüm bunlara rağmen bu ülkeye inanmaya devam etmişsiniz. Hatta
gittikten sonra Atina’da Türkçe konuşmanızı eleştiren Yunanlılara itiraz
etmişsiniz. Yunanlılarda, -o yıllarda- Türkçeye karşı yaygın bir
reaksiyon var mıydı?
”İnanmaya devam ettim” diyemem zira burada olduğum günlerde bile inancım azdı. Sevmeye devam ettim demek daha doğrudur sanırım. Yunanlılarda o günlerde de bugün olduğu gibi yaygın bir reaksiyon vardır, gündemdeki sorunlar yüzünden artar veya eksilir. Başta yazdığım gibi bizden yaşlı olan Rumlar dertlerini Türkçe olarak daha iyi ifade edebiliyorlardı. Bunu burada da sürdürdükleri için bazı kendini bilmezler onları uyardı, sitem etti, hata küfür etti. Böyle bir durumda daima çekinmeden müdahale ettim ve onlara demokrasinin beşiği olan Yünanistanda bu baskının onlar için utandırıcı olduğunu anlattım. Genellikle iş uzamıyor, bir kısmı özür diliyor bazıları da homurdanarak uzaklaşıyordu, zira iş uzadığında sonunda haksız çıkacacklarını biliyorlardı. Aynı şey Türkiyede olsa ezilen, baskı altında tutulan taraf haksız çıkardı. İtiraf etmek gerekir ki o günlerde iki ülke anlayışı arasındaki fark buydu.
”İnanmaya devam ettim” diyemem zira burada olduğum günlerde bile inancım azdı. Sevmeye devam ettim demek daha doğrudur sanırım. Yunanlılarda o günlerde de bugün olduğu gibi yaygın bir reaksiyon vardır, gündemdeki sorunlar yüzünden artar veya eksilir. Başta yazdığım gibi bizden yaşlı olan Rumlar dertlerini Türkçe olarak daha iyi ifade edebiliyorlardı. Bunu burada da sürdürdükleri için bazı kendini bilmezler onları uyardı, sitem etti, hata küfür etti. Böyle bir durumda daima çekinmeden müdahale ettim ve onlara demokrasinin beşiği olan Yünanistanda bu baskının onlar için utandırıcı olduğunu anlattım. Genellikle iş uzamıyor, bir kısmı özür diliyor bazıları da homurdanarak uzaklaşıyordu, zira iş uzadığında sonunda haksız çıkacacklarını biliyorlardı. Aynı şey Türkiyede olsa ezilen, baskı altında tutulan taraf haksız çıkardı. İtiraf etmek gerekir ki o günlerde iki ülke anlayışı arasındaki fark buydu.
6-7 Eylül’den bahsettiğiniz anılar çok dehşet verici… Gündüz
selamlaşıp hatır sorduğunuz insanlar gece gelip evlerinizi yağmalıyor,
kiliselerinizi tahrip ediyor, kenti yakıp yıkıyor. Dayanılması güç
anılar… Sizin aileniz bu olaylarda nasıl kayıplar verdi, neler
yaşadınız?
6-7 Eylül olaylarından sonra evimizi kimlerin taşladığını, kimlerin kırdığını sordular. Babamı ve onun durumundakileri isim vermeleri için zorladılar. İleriyi düşünerek ne babam, ne de başka biri kimseyi suçlayamadı. Onların düşmanlığını kazanmaktan başka ne olacaktı? Kısa bir müdet sonra evimizi kıranlar yine bize eskisi gibi davrandılar, yine hizmetleri karşılığında renksiz paramızı aldılar. Herşey ve herkes eski yerine oturdu, üstümüzde de altımızda da. Ailemin kayıpları sadece maddi oldu, hiçbirimiz en küçük bir darbeye maruz kalmadık. Şanşlıydık diyebilirim zira bazı semtler tam bir vahşet yaşadı.
6-7 Eylül olaylarından sonra evimizi kimlerin taşladığını, kimlerin kırdığını sordular. Babamı ve onun durumundakileri isim vermeleri için zorladılar. İleriyi düşünerek ne babam, ne de başka biri kimseyi suçlayamadı. Onların düşmanlığını kazanmaktan başka ne olacaktı? Kısa bir müdet sonra evimizi kıranlar yine bize eskisi gibi davrandılar, yine hizmetleri karşılığında renksiz paramızı aldılar. Herşey ve herkes eski yerine oturdu, üstümüzde de altımızda da. Ailemin kayıpları sadece maddi oldu, hiçbirimiz en küçük bir darbeye maruz kalmadık. Şanşlıydık diyebilirim zira bazı semtler tam bir vahşet yaşadı.
Askerliğinizi anlattığınız bölümlerde, belki de ayrımcılığın ve
nefret suçlarının en büyüğüne maruz kalmışsınız. Yemekhanede
çalışıyorsunuz diye “Ulan bu sen gavûrmuşsun be! Biz Müslümanlar da
oturmuş senin elinden ekmek alıp yiyoruz! Bu haram be!” sözleri sizi
ağlatmış. Ve bir nöbetçi subay gönlünüzü almış. Her hikayede, sizi
umutlandıran, Türklere ve müslümanlara karşı genel bir nefreti
büyütmemenizi sağlayacak unsurlar bulmuşsunuz, hayatınız boyunca… Sizi
bu tavrınız mı ayakta tuttu?
O nöbetçi subayı benim gönlümü almadı, belki de bana hayatımı iade etti, zira öyle kalsaydı ne olabileceğini düşünmek bile istemiyorum. Bana insanlığın ne olduğunu gösterdi , devam etme cesaretini verdi. O akşam ona rastlamakla çok şanşlıydım çünkü sizin de yazdığınız gibi o hadise en ağzından Türklere ve Müslümanlara karşı genel bir nefret uyandırmaktan fazla beni ölüme kadar götürebilirdi. Hayatımda her şeyi daima olduğu gibi kabul etmeye çalıştım. Zorlukların karşısında ayakta durabilmek için çırpındım. Yukarıdaki olayda imdadıma o isimsiz subay yetişti. Her zorlukta, çok şükür, daima tutunacak bir dal bulabildim. Şansım yaver gitti!
O nöbetçi subayı benim gönlümü almadı, belki de bana hayatımı iade etti, zira öyle kalsaydı ne olabileceğini düşünmek bile istemiyorum. Bana insanlığın ne olduğunu gösterdi , devam etme cesaretini verdi. O akşam ona rastlamakla çok şanşlıydım çünkü sizin de yazdığınız gibi o hadise en ağzından Türklere ve Müslümanlara karşı genel bir nefret uyandırmaktan fazla beni ölüme kadar götürebilirdi. Hayatımda her şeyi daima olduğu gibi kabul etmeye çalıştım. Zorlukların karşısında ayakta durabilmek için çırpındım. Yukarıdaki olayda imdadıma o isimsiz subay yetişti. Her zorlukta, çok şükür, daima tutunacak bir dal bulabildim. Şansım yaver gitti!
“6-7 Eylül olaylarının yapamadığını, becemediğini 1964 kararları
yapmıştı. İkamet izni biten Yunanlıların tamamı sınır dışı edilince
onlardan geride kalanlar kitleler halinde göçe başladı. En mühimi
gençler kaçmaya başlamıştı.” Siz ve aileniz bu dönemi nasıl yaşadı?
1964 kararlarının bütün safhalarını yakından yaşamadım çünkü o yıl asker oldum, 1966′ da evime döndüm. Döndüğümde bir çok tanıdığımın yerinde olmadığımı gördüm. Kovulanlar buzdağının sadece görülen kısmı idi. Evin babası Yunan uyruklu olarak kovulduğunda kısa bir zaman sonra Türk uyruklu eşi ve çocukları da onu takip ediyordu. Liseyi bitiren gençlerin çoğu askerlik yapmamak için kaçmaya başlamıştı. Askerlik şubeleri, son yokmalarını yapmış olanlara bile, bir daha dönmeyeceklerini bildikleri halde, seyahat izni veriyorlardı. Çöküş çorap söküğü gibi başlamıştı. Bu dönem beni ve ailemi pek etkilemedi çünkü Yunan uyruklu çok yakın herhangi bir akrabamız yoktu.
1964 kararlarının bütün safhalarını yakından yaşamadım çünkü o yıl asker oldum, 1966′ da evime döndüm. Döndüğümde bir çok tanıdığımın yerinde olmadığımı gördüm. Kovulanlar buzdağının sadece görülen kısmı idi. Evin babası Yunan uyruklu olarak kovulduğunda kısa bir zaman sonra Türk uyruklu eşi ve çocukları da onu takip ediyordu. Liseyi bitiren gençlerin çoğu askerlik yapmamak için kaçmaya başlamıştı. Askerlik şubeleri, son yokmalarını yapmış olanlara bile, bir daha dönmeyeceklerini bildikleri halde, seyahat izni veriyorlardı. Çöküş çorap söküğü gibi başlamıştı. Bu dönem beni ve ailemi pek etkilemedi çünkü Yunan uyruklu çok yakın herhangi bir akrabamız yoktu.
Ve 1979… Size gitme kararı verdiren duygu neydi, bunca yaşanılandan sonra?
1971 yıllında evlenmiş, iki yıl kadar süren bir ayrılıktan sonra tekrar Çengelköy’ye dönmüştüm. Bu arada eşimin kardeşi Liseyi bitirerek yüksek tahsil için Atinaya gitmişti. Annemin kardeşi teyzem ise öylen eşinin Arnavut asılı ve vatansız olması yüzünden küçük çocukları yeni çıkarılan bir kararname gereğince Rum ilk okulundan atılınca iki çocuğunu alarak Atinaya yerleşmişti. Artık Atinada gidebileceğimiz bir yer vardı. Nitekim Atinaya ilk seyahatımı evlendikten sonra teyzemi ziyaret ederek yaptım. Halbuki Kıbrıslı Rumlara (!) Türklere karşı kullanmaları için kurşun gönderen babam (!) askerlik devresi haricinde İstanbuldan dışarı çıkamamıştı. Ben küçükken Küçük Çekmecede bir arsa satın almak istemiş, ancak o bile ” Azınlık vatandaşı İstanbul belediye sınırları haricinde gayrı menkul sahibi olamaz” diye engellenmişti. Kayın biraderimden sonra onu eşimin ağabeyi ile hanımı takip etti. Birkaç yıl sonra da eşimin anababası ile kızkardeşi de gidince bize de yol görünmeye başladı. Gerçi İstanbulda kalmak benim için daha garantili idi ama gitmek ile gitmemek arasında bocalıyordum. Eşim her ne kadar bana baskı yapmıyorsa da onun için de çok üzülüyordum. Bu arada etrafımdaki tanıdık ve arkadaşlar günden güne eksiliyordu. Kararsızlığımı sona erdiren olay bir iftira yüzünden İstanbul emniyet müdürlüğünde on saat misafir (!) edilmemdi. Gerçi bir tek fiske bile yemedim ama artık bu şehirde kalamayacağımı hissediyordum. Kısa bir müddet sonra ayrıldım.
1971 yıllında evlenmiş, iki yıl kadar süren bir ayrılıktan sonra tekrar Çengelköy’ye dönmüştüm. Bu arada eşimin kardeşi Liseyi bitirerek yüksek tahsil için Atinaya gitmişti. Annemin kardeşi teyzem ise öylen eşinin Arnavut asılı ve vatansız olması yüzünden küçük çocukları yeni çıkarılan bir kararname gereğince Rum ilk okulundan atılınca iki çocuğunu alarak Atinaya yerleşmişti. Artık Atinada gidebileceğimiz bir yer vardı. Nitekim Atinaya ilk seyahatımı evlendikten sonra teyzemi ziyaret ederek yaptım. Halbuki Kıbrıslı Rumlara (!) Türklere karşı kullanmaları için kurşun gönderen babam (!) askerlik devresi haricinde İstanbuldan dışarı çıkamamıştı. Ben küçükken Küçük Çekmecede bir arsa satın almak istemiş, ancak o bile ” Azınlık vatandaşı İstanbul belediye sınırları haricinde gayrı menkul sahibi olamaz” diye engellenmişti. Kayın biraderimden sonra onu eşimin ağabeyi ile hanımı takip etti. Birkaç yıl sonra da eşimin anababası ile kızkardeşi de gidince bize de yol görünmeye başladı. Gerçi İstanbulda kalmak benim için daha garantili idi ama gitmek ile gitmemek arasında bocalıyordum. Eşim her ne kadar bana baskı yapmıyorsa da onun için de çok üzülüyordum. Bu arada etrafımdaki tanıdık ve arkadaşlar günden güne eksiliyordu. Kararsızlığımı sona erdiren olay bir iftira yüzünden İstanbul emniyet müdürlüğünde on saat misafir (!) edilmemdi. Gerçi bir tek fiske bile yemedim ama artık bu şehirde kalamayacağımı hissediyordum. Kısa bir müddet sonra ayrıldım.
Son yıllarda Türkiye’de geçmişe dönük bir yüzleşme hissiyatı güç
kazandı. Hem demokrat çevrelerin mücadelesiyle hem de güncel siyasal
süreçlerle bazı yollar alındı. Dışarıdan baktığınızda bir ‘normalleşme’
yaşandığı düşüncesinde misiniz?
Son yıllarda Türkiye hakikaten genellikle İstanbulda yaşayan azınlıkların hayatını daha insancıl yapma yolunda büyük adımlar attı. Hala orada yaşayan Rum arkadaşlarım, birkaç yıldan beri, yaşadıkları günlerin hayatlarındaki en serbest en rahat günler olduğunu söylüyorlar. Bu tabii ki çok olumlu bir gelişme ancak bütün yolun katedilmiş olduğu söylenemez. Teknolojinin gelişmesi ve yabancı lisan bilenlerin artışıyla artık bütün geçmiş olayları birçok kaynaktan incelemek mümkün. Devamlı araştıran ve öğrenmek isteyen yeni yetişen bir nesil Türkün yanlış da olabileceğini , tembel de olabileceğini, artık kabul ediyor. Küçülen dünyanın içinde herkesin eşit olduğunu ve hiç bir ırkın hiç bir milletin diğerlerinden daha üstün olmadığını önce gençler sonra da daha yaşlılar kabul etmeye başladı. Böyle olunca şimdiye kadarki icraat araştırılıyor, eleştiriliyor, karşılaşmalar yapılıyor. Yıllar sonra bu bilgiler ve bu araştırmalar meyvelerini vermeye başladı. Bu arada taze kuvvetlerin katılmasıyla güçlenen basın bu yolda önemli adımlar atmaya başlayınca devlette ona ayak uydurdu. Gerçek tehlikenin İstanbul azınlıkları olmadığı anlaşıldığı için onlara verilen her hakkın artık şeffaf camlarla çevirli Türkiyenin sadece yararına olabileceği idrak edildi. Demokratikleşme yolunda onları kullanarak atılacak her adımın emin ve ileriye dönük olduğu belli oldu. Bu ortamda herkes hissiyatını serbestçe dökebilme fırsatını bularak bu yolda büyük bir mesafe katedildi. Herşey rağmen dışarıdan baktığımda ben hala gerçek manada bir normalleşme yaşandığı düşüncesinde değilim.
Son yıllarda Türkiye hakikaten genellikle İstanbulda yaşayan azınlıkların hayatını daha insancıl yapma yolunda büyük adımlar attı. Hala orada yaşayan Rum arkadaşlarım, birkaç yıldan beri, yaşadıkları günlerin hayatlarındaki en serbest en rahat günler olduğunu söylüyorlar. Bu tabii ki çok olumlu bir gelişme ancak bütün yolun katedilmiş olduğu söylenemez. Teknolojinin gelişmesi ve yabancı lisan bilenlerin artışıyla artık bütün geçmiş olayları birçok kaynaktan incelemek mümkün. Devamlı araştıran ve öğrenmek isteyen yeni yetişen bir nesil Türkün yanlış da olabileceğini , tembel de olabileceğini, artık kabul ediyor. Küçülen dünyanın içinde herkesin eşit olduğunu ve hiç bir ırkın hiç bir milletin diğerlerinden daha üstün olmadığını önce gençler sonra da daha yaşlılar kabul etmeye başladı. Böyle olunca şimdiye kadarki icraat araştırılıyor, eleştiriliyor, karşılaşmalar yapılıyor. Yıllar sonra bu bilgiler ve bu araştırmalar meyvelerini vermeye başladı. Bu arada taze kuvvetlerin katılmasıyla güçlenen basın bu yolda önemli adımlar atmaya başlayınca devlette ona ayak uydurdu. Gerçek tehlikenin İstanbul azınlıkları olmadığı anlaşıldığı için onlara verilen her hakkın artık şeffaf camlarla çevirli Türkiyenin sadece yararına olabileceği idrak edildi. Demokratikleşme yolunda onları kullanarak atılacak her adımın emin ve ileriye dönük olduğu belli oldu. Bu ortamda herkes hissiyatını serbestçe dökebilme fırsatını bularak bu yolda büyük bir mesafe katedildi. Herşey rağmen dışarıdan baktığımda ben hala gerçek manada bir normalleşme yaşandığı düşüncesinde değilim.
Türkiye, İstanbullu Rumların ve hakları, kimlikleri, anıları
elinden alınmış herkesin, nasıl gönlünü alır? Sizi rahatlatacak olan
kültürel-siyasal beklentileriniz neler?
1950 yıllarında 120.000 civarında olan Istanbul Rumları, nüfusu artık 2500 kişi civarına düşmüş olan, yaşlı bir topluluktur. Kanımca artık geriye dönüş çok zor hatta imkansızdır. Bu gidişle en geç bir nesil sonra dünyadaki 300 milyon Ortodoksun başı, Fatih Kaymakamlığına bağlı. Ekümenik veya sizlerin deyimiyle Rum Patriği etrafındaki din adamları ve çalışanları ile yalnız kalacaktır.Eskilerin yerine yenileri yetişmemekte gelmemektedir. Son zamanlarda göçen Rumlara geriye dönmeleri için yapılan çağrılar yetersizdir, en mühimi samimi değildir. Geriye çağırılan kimlerdir? Gidenlerin çoğu ya bu hayatı terketmiş ya da bir ayağı çukurdadır.Onların çoğunlukla Türkçe bilmeyen çocuk ve torunları eğer bugün sefalet çeken Yunanistanı terketmek istiyorlarsa ve buna ımkanları varsa niçin Türkiyeyi seçsinler.Burada hiç bir şey net değil ki! Ne demek istediğimi misal vererek izah edeyim.
1950 yıllarında 120.000 civarında olan Istanbul Rumları, nüfusu artık 2500 kişi civarına düşmüş olan, yaşlı bir topluluktur. Kanımca artık geriye dönüş çok zor hatta imkansızdır. Bu gidişle en geç bir nesil sonra dünyadaki 300 milyon Ortodoksun başı, Fatih Kaymakamlığına bağlı. Ekümenik veya sizlerin deyimiyle Rum Patriği etrafındaki din adamları ve çalışanları ile yalnız kalacaktır.Eskilerin yerine yenileri yetişmemekte gelmemektedir. Son zamanlarda göçen Rumlara geriye dönmeleri için yapılan çağrılar yetersizdir, en mühimi samimi değildir. Geriye çağırılan kimlerdir? Gidenlerin çoğu ya bu hayatı terketmiş ya da bir ayağı çukurdadır.Onların çoğunlukla Türkçe bilmeyen çocuk ve torunları eğer bugün sefalet çeken Yunanistanı terketmek istiyorlarsa ve buna ımkanları varsa niçin Türkiyeyi seçsinler.Burada hiç bir şey net değil ki! Ne demek istediğimi misal vererek izah edeyim.
İstanbul Patrikhanesinin yıllardan beri Heybeli Ruhban okulu ile
ilgili beklentileri vardır.Din adamlarının ithal edilmeyerek Türkiye
dahilinde yetişmesi için tekrar faaliyete geçmesi istenen okulun
açılması Yunan tarafının atacağı karşı hareketlere
bağlanmaktadır.Bunlardan biri içinde 100 Türkün bile yaşamadığı Atinanın
göbeğınde cami inşaı arzusudur.Bunun doğru olup olmadığı, Yunanistanda
yaşayan Türklerin ikamet ettıkleri Batı Trakyada yüzlerce caminin
bulunduğu söylense bile eminim ki İstanbuldaki kiliselerden
bahsedilecektir.İstanbuldaki kiliseler yeni değildir. Rumların son
ıkametgahı olan İstanbulda çoğunluğu 19. yüzyılda inşa edilmiş veya
eskilerin üstünde restore görmüş mabedlerdir. Atinanın göbeğine cami
inşaı (ki bu yolda önemli adımlar atılmıştır) Ankaranın Ulus veya
Kızılay meydanı yakınında yeni bir kilise inşa etmeye benzer. Yukarıda
anlattığım gibi Türkiye’nin herhangi bir yönde atacağı olumlu adımlar
Türkiye’deki 2500 Rumla Yunanistandaki 120.000 Türkün haklarına
bağlanıyorsa, bu İstanbullu Rumların hala rehine olarak görüldüğünün
ispatıdır. Durum böyle olunca kim güvenip de geriye döner?
Türkiye hızla eriyen bu cemaati politikaya alet edecek kadar aciz
olmamalıdır. Eğer bu sarahate kavuşursa küçük bir ümit doğabilir. Şahsen
ben biraz daha genç, biraz daha sihhatli olmak isterdim.Buna rağmen bu
halimle bile yapabilceğim şeylerin hayalini kuruyorum. Hala siyasal ve
kültürel alanda olumlu adımların atılabileceğine inanıyorum.
Türkçe Edebiyat’la ilginizden bahseder misiniz? Son yıllarda kimleri okuyorsunuz, kimleri beğeniyorsunuz?
Türk Edebiyatı ile ilgim daha ziyade okul sıralarında kaldı.Çağdaş Türk edebiyatının artık çok gerisinde kaldım.Son zamanlarda okuduğum Orhan Pamuk bile , belki de beni biraz aşan lisanı yüzünden , bana o eski zevki vermedi.Yeni şairleri de pek tanımıyorum ama hala çok sevdiğim Cahit Sıtkının, Orhan Veli nin bir çok şiirini ezbere okuyabiliyorum.Kemalettin Kamunun YALNIZLIK, Yahya Kemalin SESSİZ GEMİ’si de çok sevdiklerimdendir.Lisede talebesi olmakla iftihar ettiğim Behçet Kemal Çağlar’ı da unutmamak lazım. Ne yazık ki hayat şartları beni bir çok zevkimden mahrum etti, böylece talebelik yıllarımda her fırsatta elimden düşürmediğim Türk edebiyatından uzaklaştım.
Türk Edebiyatı ile ilgim daha ziyade okul sıralarında kaldı.Çağdaş Türk edebiyatının artık çok gerisinde kaldım.Son zamanlarda okuduğum Orhan Pamuk bile , belki de beni biraz aşan lisanı yüzünden , bana o eski zevki vermedi.Yeni şairleri de pek tanımıyorum ama hala çok sevdiğim Cahit Sıtkının, Orhan Veli nin bir çok şiirini ezbere okuyabiliyorum.Kemalettin Kamunun YALNIZLIK, Yahya Kemalin SESSİZ GEMİ’si de çok sevdiklerimdendir.Lisede talebesi olmakla iftihar ettiğim Behçet Kemal Çağlar’ı da unutmamak lazım. Ne yazık ki hayat şartları beni bir çok zevkimden mahrum etti, böylece talebelik yıllarımda her fırsatta elimden düşürmediğim Türk edebiyatından uzaklaştım.
Yani Vlastos; 1943 yılında İstanbul’un Çengelköy semtinde
doğdu. İlkokulu Çengelköş ve Kuzguncuk Rum İlkokullarında tamamladıktan
sonra tahsiline Robert Kalej’de devam etti. Daha sonra ticaretle iştigal
etti. 1979 yılında eşi ve kızıyla Atina’ya yerleşerek ticarete orada
devam etti. Atina’da bir kızı daha oldu. İki Yıldır emekli olmasına
rağmen işinden tamamen kopmamıştır.
Baba Konuşabilir Miyim? / Yazar: Yani Vlastos / İstos Yayın / Yayıma Hazırlayan: Seçkin Erdi / Kapak Tasarım: Altuğ Güzey /İstanbul 2012 / 296 Sayfa
Söyleşi:
Murat Hocaoğlu
Subscribe to:
Posts (Atom)