·
Bana
öyle geliyor ki, spot ışıklarından rahatsız oluyorsunuz. İnsanlarla temastan
kaçınıyorsunuz. Mesela, sadece ara sıra röportaj veriyorsunuz.
Evet, pek sosyal
bir insan değilim. Şöhretin sunduğu avantajlardan yararlanan, gazetecilerle
temasta bulunmaktan hoşlanan insanlar vardır. Ben bunları sevmiyorum. Şimdiye
kadar gazetecilerle yaptığım söyleşilerden sonra yazılmış tek bir makale olmadı
ki, beni tatmin etmiş olsun. Mesele bana övgüler düzülmemiş olması değil,
yazılanların tartışılan, konuşulan şeyle ilgisinin olmaması. Şöhretim yüzünden
birinin ilgisine mahzar olduğumu anlamak benim için bir yük. Beni
sinirlendiriyor.
·
Sizi
sinirlendiren şey ne?
Cevaplaması zor.
Biraraya gelip konuşan insanların ortak bir noktaları olmalı diye düşünüyorum,
ki sohbet tek taraflı olarak kalmasın. Oysa hemen her gazeteci sorusunu
yönelttiğinde cevaplarla değil, notlarıyla ilgileniyor. Sohbet onu etkilemiyor,
yalnızca işi için anlamlı. Aynı şekilde bir sohbet arkadaşı olarak sinema
seyircisi de beni sinirlendiriyor, benim hakkımdaki merakımdan ötürü. Kısacası
bu tür sohbetler samimi değil, bu da beni küplere bindiriyor. İnsanlar
sosyalleşiyorlar, ama karşılıklı, samimi bir ilgi yok; dolaylı bir yolla
karşılaşıyorlar.
·
Siz
samimi bir temas mı istiyorsunuz?
Bana öyle
geliyor ki herkes biraz bunu istiyor. Yaptığımız bir çok şeyde büyük bir
samimiyetsizlik var, özellikle insan içine çıktığımızda yaptığımız şeylerde,
bir sürü saçmalık, boşluk. Şahsen söylemeyi önemli bulduğum bir şey yoksa, bu
tür sohbetlere bir anlam veremiyorum. Film yaptığım için de her şeyi
eserlerimle söylemeye çalışıyorum.
·
Sohbetimizin
temelinin bir hayli olumsuz olduğunu mu söylemeye çalışıyorsunuz bana?
Hep böyle
olmuştur. Bu konuda yapacak bir şey yok. Hem ne demek öyle olumsuz bir temel?
Bir temelimiz yok. Sizin benimle söyleşi yapma dileğiniz, benim de bütün
gücümle size direnme dileğim var yalnızca.
·
Bunu
kuvvetle hissedebiliyorum.
Bakalım
sohbetimiz nasıl devam edecek. “Zekice bir cevap istiyorsan, zekice bir soru
sor,” diyen Goethe’ydi yanılmıyorsam.
·
Sayın
Tarkovski, eğer hiçbir ortak yanımız olmadığınızı düşünüyorsanız
yanılıyorsunuz. Size geldim, çünkü filmlerinizden ötürü kendimi size yakın
hissettim. Bu söyleşi benim açımdan sizinle konuşabilmenin bahanesi yalnızca.
İşte bunu bana
kanıtlamanız gerekecek.
·
Umarım
kanıtlayabilirim. Londra’ya sizin için geldim. Buradan bir makale çıkacak
olması yalnızca tali bir sonuç, bu sohbetin peşi sıra gelen bir şey.
Anlıyorum, her
şeyi birbirine bağlamak istiyorsunuz.
·
Her
şeyden önce şu var: Sizi görmek benim dileğimdi, isteğimdi. Sonra bunu
yapabilmek için bütün o engellerle karşı karşıya kaldım.
Ve maalesef
hepsini aştınız. Diğer bütün gazeteciler gibi sizin de bu engellerle
tökezleyeceğinizi ummuştum, ama buradasınız.
Dinleyin,
filmleriniz beni derinden etkiledi; şeylere bakışınız çok tanıdık, bir kadın
olarak kendimi o filmlerde görememem dışında. Kadınlar filmlerinizde kesinlikle
geleneksel bir rol oynuyorlar. Erkek dünyası egemen, daha doğrusu yalnızca
erkek dünyası var. Erkeklerin bakış açısından kadın gizemli. Sevgi dolu; erkeği
seviyor, bütün varoluşu erkekle olan ilşkisi etrafında dönüyor. Kadının kendine
ait bir hayatı yok.
Buna pek kafa
yormadım; demek istediğim, kadının için dünyasını hiç düşünmedim. Kadının
kendine ait bir dünyası olduğunu inkar etmek zor olur, ama bana öyle geliyor ki
bu dünya kadının ilgili olduğu erkeğin dünyasına kuvvetle bağlı. Bu bakış
açısına göre, tek başına kadın anormalliktir.
Peki tek başına bir adam, bu normal midir?
Tek başına
olmayan bir adama göre daha normaldir. İşte bu yüzden kadın filmlerimde ya hiç
yok ya da erkeğin gücü üzerinden yaratılıyor. Kadın yalnızca iki filmimde var,
Ayna ile Solaris’te. O filmlerde de erkeğe bağlı olduğu belirgin. Kadının böyle
bir rolü olduğuna itiraz mı ediyorsunuz?
Söylediğiniz
şeyi nasıl kabul edebilirim ki? Ben, kendi adıma, kendimi o rolde göremiyorum.
Birlikte yaşadığınız
erkeğin dünyasının, sizin dünyanıza bağlı olması gerektiği sonucuna mı vardınız
peki?
Hayır, öyle de
değil. Ben kendi dünyamı korurum, o kendi dünyasını korur.
Bu imkânsız. Siz
kendi dünyanızı, o kendi dünyasını korursa ortak hiçbir şeyiniz olmaz. İç
dünyanın ortak bir dünya haline gelmesi gerekir. Gelmezse eğer, ilişkinin bir
geleceği olmaz, umutsuzdur, uyumsuzdur, ölmeye mâhkumdur. Bir kadının eş
değiştirmesini tuhaf bulmaya meyilliyim. Mesele kaç eşi olduğu değil, ben
ilkeyi düşünüyorum. Mesele şu ki, kadın bu evlilikleri bir hastalık gibi yaşar.
Yani önce bir hastalığa düşer, sonra bir başka hastalığa, sonra bir başkasına,
vs. Aşk öyle bütün bir duygudur ki, aldığı biçim ne olursa olsun tekrarlanamaz;
bütünlüğü yüzünden tekrarlanamaz. Kadın bu duyguyu tekrarlayabilirse ona
tümüyle anlamsız gelir. Bu kadın şanssız olmuş olabilir ya da kendi dünyasını
korumaya çalışmış, kendi dünyasını daha önemli bulmuş, yabancı bir dünya içinde
erimekten korkmuş olabilir. Bu durumda da ciddiye alınmayı bekleyemez ki.
Anlıyor musunuz?
Daha önce
kendine ait bir dünyası olan bir kadınla tanışmadınız mı hiç?
Böyle bir
kadınla ilşki kuramam ki.
Doğru anladıysam
eğer, siz bir kadında erimezsiniz, öyle mi?
Hayır, erimem.
Buna ihtiyacım yok. Ben bir erkeğim.
Ama sizin
içinizde eriyen bir kadına ihtiyacınız var?
Doğal olarak.
Kadın kendini korumaya çalışırsa, ilişki soğuk olur.
Ama bu sevgi
içinde siz kendinizi koruyorsunuz.
Ben erkeğim.
Benim farklı bir doğam var.
Kadın doğasını
bildiğiniz gibi bir izlenime mi sahipsiniz?
Sizin gibi,
benim de kadın doğası hakkında bir fikrim var.
Ama ben kendimi
içerden, bir kadın olarak tanıyorum, çünkü bir kadınım.
İnsanlar
kendilerine toz kondurmazlar. Kendi dünyasını korumak isteyen bir kadın beni
şaşırtıyor. Bana öyle geliyor ki kadının anlamı, kendini feda etmektir. Kadının
büyüklüğü buradadır. Böyle bir kadının önünde saygı ile eğilirim. Böyle vakalar
biliyorum.
Dünyada böyle
vakaların kıtlığı çekilmiyor pek.
Evet, büyük kadınlar.
Kendi dünyasında ısrar edip de, büyüklüğünü kanıtlamış bir tek kadın
bilmiyorum. Birini söyleyin.
Karşınızda dilim
tutuldu. Yani kadın yalnızca erkeğe duyduğu aşka var olma hakkına sahip, öyle
mi?
Ben öyle mi
dedim? Kadın-erkek ilişkisi üzerine konuştuk yalnızca. Lafım ağzıma tıkılmadan
bir şey ifade etmem de pek mümkün olmadı.
Epey bir şey
söylediniz, gayet iyi biliyorsunuz.
Ben sadece,
erkek ya da kadın, bir insanın, sevdiğinde kendine ait kapalı bir dünyası
olmasının imkânsız olduğunu, bu dünyanın ötekinin dünyası ile karışıp tümüyle
farklı bir şeye dönüştüğünü söyledim. Kadını bu ilişkiden azat ederseniz,
ilişkiyi bozarsınız. Kadın ayağa kalkamaz, şöyle bir silkinip beş dakika sonra
yeni bir hayata başlayamaz. Kadının iç dünyası tümüyle erkeğe karşı beslediği
duygulara dayanır. Benim fikrime göre, kadın kesinlikle, mutlaka bu duygulara
dayanmalıdır. Kadın, aşkın sembolüdür. Aşk, insanın en büyük hazinesidir,
kelimenin hem maddi hem de manevî anlamında. Kadın, hayatın anlamını verir.
Mesih’i doğuran bâkire olarak Bâkire Meryem’in bir sevgi sembolü olması tesadüf
değildir. Kadınlara bu konudan bahsettiğimde, onur duygusundan laf açılıyor
hep, görünüşe bakılırsa bu onur duygusundan yoksun bırakılmak istendiklerinden
bahsediyorlar. Benim bakış açıma göre bu kadınlar yalnızca bir erkek-kadın
ilişkisinde, erkeğe tamamen kendilerini adamakla onur bulacaklarını
anlamıyorlar. Kadın gerçekten severse çetele tutmaz, sizin sorduğunuz gibi
sorular sormaz. Sizin neden bahsettiğinizi bile anlamaz.
Neden bir
başkasının, özellikle de bir kadının bütün sevgisini istiyorsunuz, merak
ediyorum. Neden kendinizi aşka adayıp yapması gereken her neyse yapmayı kadına
bırakamıyorsunuz?
Bu da mümkün
olabilir tabii. Ben kimseden belli bir davranış göstermesini istemiyorum. Ben
yalnızca kadının, bütün manevi benliğini ifade edebilmesi için, içinde
bulunduğumuz şu anda kendi dünyasında ısrar etmemesi gerektiğini düşünüyorum.
Kadının bir kişilik
olarak var olmayı bırakıp da yalnızca sizin üzerinizden yaşamasından ne
bekliyorsunuz? Bu size neyi getiriyor?
Onun iç
dünyasını anlayabilir ve kendi dünyamı ona açabilirim. Kadın kendi dünyasında
kalırsa birbirimizi hiç tanıyamayız.
Kadının sizin bahsettiğiniz
gibi erkeğe kendini tümden adaması, kadın adına büyük tehlike taşıyor. Kadın,
erkek üzerinden yaşamayı tercih ederse, eli boş kalma tehlikesiyle karşı
karşıya. Bu eski, çok eski bir hikaye. Çok iyi bildiğim bir hikaye. Ben de aşk
içinde eriyip gitmeye zaman zaman epeyce meyilli olurum.
Şükürler olsun.
Bununla gurur duyun. ‘Eriyip gitmeyi’ kadından beklediğimi de düşünmeyin.
Maalesef ben kendim, bu aşk duygusunu nadiren yaşıyorum. Çok nadir oluyor,
olduğunda da insan, kadın ya da erkek o kişiyi kıskanabilir ancak. Bundan
bahsetmem, birinin kendisini adamasını beklediğim anlamına gelmiyor. Böyle
şeyler istemek imkansızdır. Aşk kaba kuvvetle yürütülemez. Bu yüzden de benim
bakış açımın kimseye bir zararı yok.
Aşk ya olur ya olmaz, öyle mi?
Evet, ya olur ya
olmaz. Olmazsa hiçbir şey olmaz ve insan yavaş yavaş ölür. Bu benim fikrim.
Doğal olarak tarafların kendilerinin sorumlu olduğu, birbirlerinden daha da
bağımsızlaştığı, bunun da birbirlerinden daha bir soğumaları, daha bir bencil
olmaları anlamına geldiği ilişkiler de var. Belki böylesi daha kolaydır. Bu tür
ilişkiler elbette o kadar tehlikeli değil, daha rahat. Ve feminizm düzeyinde
bir yerde hareket ediyorlar. Bana göre feminizmin anlamı yalnızca kadınların
sosyal haklarını garanti altına almak değil. Gerçi bugün kadının sosyal durumu,
eskiden olduğu kadar ağır değil, birkaç yıl içinde de denge sağlanacak.
Tuhaf, çok
tuhaf, bundan bahseden kadınlar erkeklerle benzerlikleri üzerinden duruyor,
kadın olarak emsalsizliklerini anlamıyorlar. Bu beni hep hayrete düşürmüştür,
çünkü kadının iç dünyası erkeğinkinden esasen çok farklıdır. Kadının, özel
olması yüzünden erkekten bağımsız var olmayacağına inanıyorum. Erkekten
bağımsız varolursa, doğal, organik değildir artık. Toplum içinde kesinlikle bir
yer edinebilir; bir erkeğin işini yapabilir, ama bu onu kadın yapar mı? Hayır,
asla.
Bazı kadınlar
bir erkeğin işini yaparak eşit olabileceklerini düşünüyorlar. Oysa kadının
erkekle aynı hakları istemeye ihtiyacı yoktur. Kadın tümüyle erkekten
farklıdır. Kadının bir emsalsizliği vardır, onda önemli bir şey, erkekte
olmayan temel bir şey vardır. Kadınlar eşit haklar istiyorlar. Ne demek
istediklerini anlıyorum; artık kendilerini feda etmek istemiyorlar. Her zaman
bastırılmış olduklarını anladılar ve eşit haklara sahip olarak kendilerini
özgürleştirebileceklerine inanıyorlar. Kadın ya da erkek herkesin, doğal olarak
özgür olmak isterse özgür olduğunu anlamıyorlar. Hepimiz özgür insanlarız, ama
özgür ülkede yaşıyor olabileceğimiz için değil. O önemli bir sebep değil. Antik
Roma’nın duvarcısı, özgür bir insanın içinde olabilir. İnsan temelde özgürdür.
Özgür değilse, bu onun, yalnızca onun hatasıdır. Nihayet sadede gelebildik.
Kadınların dünya
olaylarından büyük ölçüde dışlanmış olmaları gerçeğini inkar etmiyorum. Kuşkusuz
bu bir haksızlık. Ama kamusal hayata tamamen entegre olursa kadına neler
olacağını bilemiyorum henüz. Buna karşı olmadığımı, bunu desteklediğimi
vurgulamak isterim, ama kendini orada bulamayacağı yönünde bir izlenimim var.
Tatmin olmayacak.
Size katılıyorum.
Erkek egemen değerler hakim olduğu sürece, bu dünya bir kadın için zor olacak,
kariyerinde erkek değerleriyle yarışmak zorunda olduğu sürece.
Yanılıyorsunuz.
Bence parlak kariyeri olan bir kadın kadar sevimsiz bir şey olamaz. Erkek
haklarım için korktuğumdan değil, bunu gayri tabii bir şey olarak gördüğüm
için. Görmezden gelmesi gereken bir yolu tutan bir kadın modeli bu. Yalnızca
erkeğe karşı beslediği yanıltıcı, rekabetçi bir duygu böyle yapmasına sebep
oluyor. Peki, neden oluyor bu? Kadın, erkek gibi mi olmak istiyor? Erkeğe,
onunkine benzer becerilere sahip olduğunu mu göstermek istiyor? Bir kadının bir
erkeğin işini yapabileceğine hiç kuşkum yok. Burada, İngiltere’de bir kadın,
mücadelelerle dolu bir yoldan geçerek, büyük bir siyasal kariyere sahip oldu.
Bir kadının bir erkeğin işini yapabilmesi özel bir şey değil. Elbette ki
yapabilir. Ama bu bir şey kanıtlamıyor.
İnsan M.
Thatcher’ı anlayabiliyor. Bir kadının erkek alanında erkek değerlerini
benimsemesi şaşırtıcı bir durum değil. Yapabileceği başka bir şey yok. Başka
bir seçeneği yok. Sizin ifadenizde beni rahatsız eden şey, kadının gerçek
doğası diye bir şey varsaymanız. Kadınlar asırlardır erkek egemen bir dünyada
yaşadıklarından, kadın doğasının ne olduğunun, kadınların kadın değerleriyle
nasıl bir dünya yaratabileceklerini kestirmek zor.
Afedersiniz,
sizin adınız ne?
İrena.
Dinleyin beni,
İrena, siz kadın doğanızdan memnun olmadığınızı söylüyorsunuz.
Hayır, beni
yanlış anladınız.
Ama hep var
olmuş olan, yaratılmış olandan daha farklı bir kadın-erkek ilişkisi olamaz.
Çünkü dünyamız iki cinsiyetli, ister beğenin, ister beğenmeyin. Belki başka bir
gezegende tek ya da beş cinsiyetli bir dünya vardır, hayatın devamını sağlamak
için bu tür bir gruplaşma gerekiyordur. Belki orada fiziksel ve manevi aşk için
beş cinsiyet gereklidir. Ama yaşadığımız dünyada iki cinsiyet gerekli. Bir
sebepten bunu hep unutuyoruz. Haklardan, koşullardan, bağımlılıktan
bahsediyoruz. Bir kadının kadın olduğu, bir erkeğin erkek olduğu gerçeğinden
hiç bahsetmiyoruz. Tek itirazınız bunu sevmediğiniz olabilir.
Bence kadınlık
bir başka kişiye bağımlı olmakta yatmıyor, bu yüzden de filmlerinizdeki kadın
kahramanlarda kendimi bulamıyorum. Bütün o kadınlar erkek gezegeninin etrafında
dönen uydular, bir iç dinamizme sahip olmaları bir nebze olsun mümkün değil.
Tuhaf.
Moskova’da kadınlardan birçok mektup almıştım, Ayna adlı filmimde, kimsenin
erişemeyeğini, kimsenin göremeyeceğini düşündükleri dünyalarını açıp oraya
sızmayı başardığımı söylüyorlardı. Belki sizin farklı bir kişilik yapısınız
var. Belki kendinizden talepleriniz farklı. Belli ki, Ayna’daki anne gibi
değilsiniz. Ayna annem hakkındadır. Kurgu değildir, gerçeğe dayanmaktadır.
İçinde kurgusal bir tek bölüm bile yoktur. Belki haklısınız, belki de kendinizi
orada göremiyorsunuz.
Temel insanlık
durumu ve sizin buna yaklaşımınız, özellikle Stalker ve Solaris’te beni çok
etkiledi. İşte bu yüzden buradayım. Solaris’te aşkı resmetme biçiminiz
muhteşemdi, incelikliydi. Ama aşk Hari’nin tek gücü ve aynı zamanda onun Aşil
topuğu. Sadece aşkı var.
Yani, siz bir
Aşil toğuğu istemiyorsunuz. İncitilmez olmak istiyorsunuz.
Kadınlar erkeği
hiçbir zaman erkekçe fethedemezler. Kadın bütün sevgisini ortaya koymazsa,
erkek-kadın ilişkileri farklı olur.
Evet, farklı
olur; farklı olması gerekir. Asırlardır başkaları için yaşamaya yönlendirilmiş,
asla kendisi için yaşamamış, başkaları için her zaman kullanıldıktan sonra
atılabilir bir kadın olduğunuzu düşünün bir. O yükü hissedebiliyor musunuz?
Bunun bir erkek açısından daha mı kolay olduğunu düşünüyorsunuz?
Değil tabii.
İşlerin şimdiki hali, her iki taraf için de zor.
Erkek olmak,
kadın olmak kadar zor. Bahsettiğiniz ısdırabın kaynağında başka bir şey var
aslında. İnsanın manevi düzeyinin çok düşük olduğu bir toplumda yaşıyoruz.
Bugün yatıp uyduğumuzda, ertesi gün kalkamayabileceğimizi biliyoruz. Çılgının
biri düğmeye basarsa eğer, bu gezegen üzerinde hayatı silmek için üç bomba
yeterli olacaktır. Bunun bilincinde olmadığımız söylenmez, ama sürekli
unutuyoruz. Manevi ilgilerimiz o derece maddiyatın kölesi olmuş ki, asla
gündeme gelmemesi gereken meselelerle uğraşmamız gerekiyor.
Toplumsal
sorunların gelişmesi, bizim çılgın maneviyat karşıtlığımızın bir sonucu. Manen
ergin bir kadın, erkekle ilişkisinde köleleştirildiğini ya da aşağılandığınız
hiç düşünmeyecektir. Manen ergin bir adam da bir kadından bir şey istediğini
hiç düşünmeyecektir. Yalnızca siz, argümanınızın gücüyle beni bu tür cevaplara
getirdiniz. Bu tür meselelerden konuşmak bize yabancı olmalı.
Bunlar hakkında
konuşuyor olmamız bir şeylerin yolunda gitmediğini gösteriyor. Sorun doğal bir
şey olmalı. Fakat kazanılmış ya da kazanılacak kadın hakları, kadınların kendi
kendilerini onaylamalarını sağlamayacak. Tam tersine, bundan sonra aşağılanmayı
hissedecek. ‘Neden’ diye soracak kendine, ‘erkekten çok farklı bir insan
olarak, bir erkeğin hayatını yaşıyorum?’ Bu sorunlar maneviyattan yoksun
oluşumuzun işaretleri.
Hayret verici
kadınlar, manen hayret verici kadınlar tanıdım. Bu kadınlar kendilerini bu tür
sorunlarla sıkmıyorlar, ama öyle bir iç zenginlik, manevi büyüklük, öyle bir
moral gücü gösteriyorlar ki, erkeklerin dizlerine kapanması, bundan utanç
değil, onur duyması gerekir.
Bakın, işte asıl
mesele burada. İlişkilerimizi açıklamaya başladığımızda, çoktan kötü yola
girmiş oluyoruz. Buna özlem duymak hoşnutsuzluğumuzun bir belirtisi, adalet
arayışı değil. Hoşnutsuzluk ve adalet arayışı da iki farklı kategori, gördüğüm
kadarı ile kadınlar bugün korkunç durumdalar. Gerçekten seven bir kadın böyle
sorular sormaz. Bunlarla ilgilenmez.
Dünyaya egemen
olan erkek değerlerinden bahsediyoruz. Kadın değerlerinin güçlü bir etkisinin
olduğu bir toplumda işler böyle kıyametvari bir tehdide varmayabilirdi. Bugün
bir kadının Kıyamet’i bilip de, kendini bundan sorumlu ve bununla yakından
ilgili hissetmeyip onun yerine kendini tam bir aşk içinde tek bir adam için,
hâlâ aşkıyla sımsıcak olan bu adamın gezegeni mahvedeceği düşüncesiyle feda
edebileceğini nasıl oluyor da tasavvur edebiliyorsunuz?
Şok edici, şok
edici. Ne demek istediğinizi anlıyorum. Ama hayretten ağzım açık kaldı, İrena,
bir erkeğin aynı hislerle, aynı kaygılarla dertlenmediğini düşünüyorsanız
yanılıyorsunuz. Bu gezegene erkeğin hükmettiğine inanıyorsanız, yanılıyorsunuz.
Kim hükmediyor
peki?
O.
Nerede O?
(Yukarıyı işaret
eder.) Anlıyor musun? Olayları tartışıyoruz, sebepleri değil. En önemli şeyden
bahsediyoruz. İnsan, varoluşunun sebebini bilmeden yaşıyorsa, bu dünyaya hangi
sebepten geldiğini, neden bir süre yaşamak zorunda olduğunu bilmeden yaşıyorsa,
o zaman dünyanın bugün içinde olduğu hale gelmesi gerekirdi. Aydınlanmadan bu
yana, insan, görmezden gelmesi gereken şeylerle uğraşıyor. Maddi şeylere doğru dönmeye
başladı. Bilgi açlığı insanı ele geçirdi. Kadınlar erkekler kadar bilgiye aç
değildir. Şükürler olsun.
Kadınların başka
tür algılara duyarlılığı olabilir.
Evet,
kesinlikle. Demek bunu anlamışsınız. Peki sonra ne oldu? İnsan körmüş gibi
kendi kendisinin etrafında dönmeye başladı. Elleri dışında dünyayı algılamasına
yarayacak bir organı kalmamıştı. Bu dünyaya dair o kadar çok şey algıladık ki,
bunun mutluluk ve uyuma varmak için yeterli olacağı düşünülebilir. Ama hayır,
tam tersine, ‘dünya hakkında ne kadar çok şey bilirsek’, aslında atalarımızdan
o kadar daha az biliyoruz, açıklığı daha fazla yakalamış uzmanlar bunu
görüyorlar. Karıştırma kabiliyetimiz var. Körsünüz diyelim, soğuk bir radyatöre
dokunduğunuzda, etrafınızdaki dünyanın da soğuk olduğunu düşünürsünüz,
kaloriferler yanıyorsa da tam tersini, etrafınızdaki dünyanın sıcak olduğunu.
Orası önemli değil, ama bu anlayışın gerçek dünyayla bir ilgisi yoktur;
yalnızca dokunma duyusunu ifade eder. Dünyayı algılamamızın kaloriferlerin
yanıyor olup olmamasına bağlı olması zavalıca. Dünya hakkında çok şey
bildiğimize karar verdik. Oysa hiçbir şey bilmiyoruz. Dünyanın küçük bir
kısmına dair belli belirsiz bir kavrayışa sahibiz, ama o da bize genel tabloyu
vermiyor, çünkü dünya sonsuz.
Bence insanın
varoluşunun pathosu, anlamakta yatmıyor; o insanın entelektüel bir görevi, ama
asıl işi değil. İnsanın sorunu, hayatın anlamının bilgisine sahip olarak
yaşamak. Dünyayı pragmatik, kâra dönük, avantaj arayan taraftan algılamamız ne
kadar ilginç. Durmadan protez üretiyoruz. Bütün teknolojiler buna dayanıyor.
Uçakları icat ettik, çünkü at sırtında gitmekten yorulduk. Hayatlarımızı daha
hızlı hareket ederek zenginleştirmeyi düşünüyoruz. Bu, çıplak gözle bile
görülebilen temel bir hata.
Bilimci amacının
keşif yapmak olduğuna inanıyor. Bu hakikatle ilgili pragmatik bir yaklaşım.
Sanatçı sanat eseri üretmek için yaşıyor. Herkesin hayatındaki amacı yakalayıp
onu yaşaması gerekirken, herkes belli görevlerle yaşıyor, herkes eşitsizliği
hissediyor, herkes öbürünü kıskanıyor. Bu zeminde herkes haklı ve eşit haklara
sahip; sanatçılar, işçiler, rahipler, çiftçiler, çocuklar, köpekler, erkekler
ve kadınlar. Hayatın bu anlamı içimizde gizli kalırsa tökezlemeye başlarız ve
hayatın anlamını anlamış olsak ortaya çıkmayacak sorunlar icat ederiz. Bu benim
bakışım. En baştan alacak olursak, her şey yerinde kalır. Uygarlığımızın krizi
bir orantısızlıktan kaynaklanmıştır. İki kavram arasında uyumsuzluk var; maddi
gelişme kavramıyla manevi gelişme kavramı arasında.
Bu Platon’la
başlamıştı.
Hayır, çok daha
önce. İnsan kendini doğaya ve diğer insanlara karşı korumaya başladığında
başladı. Toplumumuz bu kırık fay üzerine gelişti. İnsanlar sevgiyle, dostlukla,
manevi bir temas ihtiyacı ile değil, yarar sağlama itkisiyle birbirleri ile
ilişki kuruyorlar. Ayakta kalmak için, doğal olarak. Ama ben insan her durumda
ayakta kalabilirdi diye düşünüyorum, çünkü insan, hayvan değil. İnsanın doğayla
uyum içinde yaşadığı ve hayret verici şeyler yarattığı örnekler biliyoruz.
Örneğin Sanskrit dilinde belgelenmiş o Doğu kültürleri, maddi dünya ile manevi
dünya arasında bir denge kurmayı başarabilmişlerdir. Hâlâ bu kültürlerin
izlerini taşıyoruz, bize uygarlığın bir zamanlar farklı, gerçeğe daha yakın bir
yol aldığını anlatıyorlar. Bu uygarlıkların neden silinip gittiği sorulabilir.
Öyle görünüyor ki başka kültürler onlara paralel gelişti, birbirlerine karşı
birtakım düşmanca duygular beslemeye başladılar ve bu uygarlıklar kendi
kavramlarını geliştirme imkanı bulamadılar. Yine de bunun tam sebepleri bilinmiyor.
Her halukarda
insanın bu dünyaya manen yükselmek amacıyla geldiğini, kötülük dediğimiz şeyi
yenmek, kaynağı egotizmde yatan kötülüğü yenmek için geldiğini anlaması lazım.
Egotizm, insanın kendi kendisini sevmesinin, sevgi kavramına dair hatalı bir
kavrayışı olmasının bir semptomudur. Her şeyin deforma olmasınn kaynağı budur.
Bilimimizin budalalığı, hataları ve yıkıcı sonuçları, kadınların doğru
zamanlarda iktidarı almamalarının değil, insanın manen yüksek seviyeye
çıkamamış olmasının sonucudur. İnsanlık manevi değerler doğrultusunda
ilerleseydi, bir enerji kaynağı değil manevi bir kaynak arayışına girseydi, o
zaman bu konuştuğumuz hiçbir şey gündemimizde olmayacaktı. O zaman insan manevi
bir sürecin denetiminde uyum içinde gelişecekti. Manevi sürecin entelektüel
süreç gibi böyle bir tek taraflılık yaratabileceğini sanmıyorum. Maneviyat,
uyum kavramını içerir zaten. Ne kadar haklı olursanız olsun, başka her şey
ikincil önemdedir. Filmlerimde kendinizi göremiyorsanız bu benim yanlış
olduğumu kanıtlamaz. Ben resmetmek istediğim kadınlar hakkındaki gerçeği
söyledim. Siz beğenmeyebilirsiniz. Yoksa kadınları toplumsal gerçekçi bir
anlamda mı resmetmemi izterdiniz?
Bana karşı
önyargılısınız.
Yo,
yanılıyorsunuz, siz benim hakkımda önyargılısınız. Bence birlikte yaşadığınız
erkeğe ‘neden bu kadar aptalsın?’ diye sormalısınız. Sorunun böyle sorulması
gerekir.
Şiirsel Sinema –
Andrey Tarkovski – Derleyen: John Gianvito – Agora Kitaplığı – S.135-140
[Söyleşiyi yapan: İrena Brenza – 1984 (izdiham.com aracılığıyla)
edebiyathaber.net
(12 Temmuz 2012)