“fotoğrafın nerede olduğunu ve sayısal devrimin ardından beliren yeni konumunu anlama gayretindeyim”
Yol Notları “Adıyaman, 1991″
Sanıyorum
Türkiye’de henüz gerçekleştirmemiş olduğunuz, ama yeni bir serginiz
var, “YOL NOTLARI””¦ Bize bu serinizden biraz bahseder misiniz?
Aslında
Türkiye’de açılmamış iki sergim var. Bunlardan biri 1995 yılında
tamamladığım “Yüzler ve Düşler” serisidir. Agrandizör altında kolaj ve
daha sonra guaj, pastel ve ekolin ile renklendirdiğim işlerdi. “Yol
Notları” ise benim uzatmalı çalışmamdır. Genellikle bir seriye
başlamadan önce uzun bir araştırma sürecine gereksinim duyarım ama “Yol
Notları” daha çok göz temasıma dayanan işlerden oluşuyor. Yetmişli
yılların sonundan bu yana çektiğim yolculuk fotoğraflarının 90′lı
yılların sonunda tekrar elden geçirildikten sonra sayısal ortama
devşirilerek sürdürülen bir seri oldu. Benim için bir parça meditasyon
çalışması gibi…
Yol Notları “Ahlat, 1999″
“Hiçlik
ya da Kimlik”… Tahir Ün işleri dendiğinde daha çok bu projenizdeki
çalışmalar akla geliyor fotoğraf olarak. Sonrasında fotoğrafçı
kimliğinizi ve fotoğraf sanatı içerisindeki yerinizi de sorguladığınızı
ve o sınırların epeyce dışında bir kulvarda olduğunuzu gözlüyoruz.
“Hiçlik” konusunda bir tepki olabilir mi? Buradan bir paralellik
kurmamız mümkün mü?
“Hiçlik
ya da Kimlik” kısmen bir bunalım projesidir. Toplumsal açıdan,
küreselleşme olgusunun ağırlığını hissettirmesiyle birlikte, dinsel,
cinsel, ekonomik ve politik kimlik sorgulamalarının son derece
yoğunlaştığı bir süreci içerir. Bireysel açıdan ise, yaşamı ve ölümü
sorguladığım çok ciddi sağlık sorunları yaşadığım bir süreci yansıtır.
Yol Notları “Bolu, 1997″
Hiç
kuşku yok ki, içinde bulunduğum durum “hiçlik” konusunda tepkinin
ötesinde, yaşama onu sorgulayarak ve biraz da kuşkucu yaklaşmayı
yeğleyen bir yapıyı yansıtır. Kaldı ki, kendi kimliğimi konumlandırma
kaygısından çok, fotoğrafın nerede olduğunu ve sayısal devrimin ardından
beliren yeni konumunu anlama gayretindeyim. Elbette değişen kavramlar
yerine oturdukça, bakış açınızı değiştirmeniz de kaçınılmaz olabiliyor
ama bununla birlikte, gitgide değişen görsel gerçeklik kavramına karşın
farklı sanatsal üretim süreçleri içerisinde geleneksel fotoğrafın
kendine özgü ontolojik yaklaşımından zaman zaman yararlanıyor olabilmeyi
de söylemimi rahatlatan bir olgu olarak kabul ediyorum. Bu durumu,
çelişkili gibi görünmesine karşın, geçmiş olanı gösteren geleneksel
fotoğrafı, geleceği de işaret eden sayısal görüntüyle buluşturmak
şeklinde de tanımlamak olanaklıdır.
Yol Notları “Çulfa, 1999″
“belgesel
fotoğrafçının etik sorumluluk bilinci eskisinden çok daha önemlidir ve
teknolojinin bu kusursuz çekiciliğinde eli hileye hurdaya gitmemelidir”
Sayısal
ve sanal ortamda fotoğrafın kullanılması, üretilmesi, sergilenmesi
sizce nasıl sonuçlara neden oldu? Bu anlamda fotoğrafın geleceği
konusunda ne tür bir evrilme öngörüyorsunuz?
Fotoğrafın
üretim ve tüketim sürecinin sayısal ortama taşınması, her şeyden önce
sayısal devrimin bilgi paylaşımına ilişkin sonuçlarından biri olarak
kabul edilebilir. Artık, fotoğrafı da peşinden sürükleyen bir fotoğraf
sonrası teknoloji söz konusudur. Sizin de sözünü ettiğiniz bu evrilme
durumu, fotografın diğer görsel zamansal sanat disiplinleriyle daha
içiçe kullanılması sonucunu doğurmuştur. Çünkü, üretim süreci kısalmış,
daha çok bireyselleşmiş, bir ölçüde de maliyet azalmıştır. Bu noktadan
bakıldığında, pek çok sanatçının kendini fotoğrafçı, ressam, video
sanatçısı vb. gibi tek disiplinle ifade etmek yerine “görsel sanatçı”
olarak etiketlediğini görürüz.
Yol Notları “Garachico, 1997″
İnternetin
demokratik yapısından yola çıkılarak, her ürettiğini pervasızca ve çoğu
kez de “paylaşalım ve bir yorum alalım lütfen” tavrıyla sanal ortamda
sunmak bu demokratik yapıdan pay almak değil; olsa olsa, giderek
dayanılmaz boyutlara ulaşan görüntü kirliliğine katkıda bulunmaktan
başka birşey olamaz. Bir sanatçı olarak sayısal teknolojinin sağladığı
müthiş sunum olasılıklarını kamusal alanla ilişkilendirmediğiniz
takdirde, sanal bir cemaate sıkışıp kalacaksınız demektir.
Yol Notları “Mustafapaşa, 1998″
Bunu
bir deneyimimle de örnekleyebilirim: 9-10 yıl kadar önce pek çok
ülkeden üyeleri bulunan ve benim sanata bakışımı çok etkilemiş olan
“R2001″ (Renaissance 2001) adlı
bir sanal sanat hareketinin üyesiydim. Sanatın metalaşmasını sorgulamaya
yönelik bir sergi düzenledik Japonya’da. Sergide yer alacak her üye 2
boyutlu birer çalışmasını sayısallaştırarak internet üzerinde
oluşturulan bir havuza gönderdi. Sanat galerisinde konumlandırılan
internet bağlantılı bir bilgisayar ve nitelikli bir baskı makinesi
havuzdakileri bastı ve işler galerideki yerlerini aldılar. Ziyaretçiler,
sergilenen işlerden beğendikleri bir tanesini hiçbir bedel ödemeksizin
alarak çıktılar ve eksilen çalışmanın yerine yenisi çoğaltılarak asıldı.
Bu performans sergi bitene değin sürdü.
Yol Notları “Icod, 1997″
Son
on yılda, fotoğrafın sunum yöntemlerinde ve özellikle klasik “saydam
gösterisi” yerine konulan fotoğraf gösterilerinde metin, ses ve müzik
çok daha etkili kullanılmaya başlandı, “stop motion” sayılabilecek
sunumlar denenmeye başlandı. Bunlar sunumlardaki görsel zenginliği ve
etkiyi artıran unsurlar elbette ama çok açıktır ki, daha çok animasyon
teknikleri.
Yol Notları “Gümüldür, 1993″
Tam
burada Pohle’nin tanımladığı gibi “kaşif” ve “yaratıcı” fotoğrafçı
kavramları önem bulmaktadır. Günümüzün yaratıcı fotoğrafçısı deneysel
olmak ve kaçınılmaz biçimde fotoğrafını diğer disiplinlerle
ilişkilendirmek durumundadır. Aksi durumda, görsel tüketimin müthiş bir
hıza ulaştığı süreçte giderek tekrara düşmekten kurtaramayacaktır
kendini. Bu yaklaşım aynı zamanda, fotoğrafın kendinden bağımsız bir
sanatsal imge olarak öne çıkması sonucunu doğurur.
Yol Notları “Haça, 1999″
Sayısal
teknolojiyle kaydedilen görsel malzeme kolaylıkla saklanabilir,
çoğaltılabilir, dağıtılabilir ve üzerinde oynanabilir bir imgedir artık.
Müdahale olanakları neredeyse sınırsızdır. Fotoğraflanmış gerçek
objelerle bilgisayarda yapılmış sanal objeler kusursuz biçimde bir araya
getirebilir. Böyle işlemlerden geçirilmiş fotoğrafın gözümüzün gördüğü
denli sahiciliği kalmamaktadır. Öte yandan, gerek teknolojinin getirdiği
kolay, hızlı fotoğraf üretebilme olanakları ve gerekse bunların sunum
kolaylıkları nedeniyle “an fotoğrafı” bu sürecin parlayan yıldızı
olmuştur. Hiç şüphe yok ki, belgesel fotoğrafçının etik sorumluluk
bilinci eskisinden çok daha önemlidir ve teknolojinin bu kusursuz
çekiciliğinde eli hileye hurdaya gitmemelidir.
Fotoğrafın geleceği yine fotoğraftır. Açıklıkla ifade etmeliyim ki, bu belgesel fotoğraftır ve sanat yapmaktan çok farklı ve hala nesnel gerçekliği yüceltmesi açısından çok önemlidir.
Yol Notları “Kayaköy, 1997″
“artık sanat tüm insanlar için öğretilebilir bir yaşam pratiği olarak uzanabileceğiniz kadar yakında durmaktadır”
Yaptıklarınızla ülkemizde zaman zaman yeni ve ilkler arasında olmanız, paylaşma
ve anlaşılma konusunda engellere sebep oldu mu? Türk fotoğrafını,
evrensel fotoğraf dünyasıyla karşılaştırdığınızda neler görüyorsunuz?
Yeni olanı deneme ve kabullenilmesi konusundaki tutukluğu neye
bağlarsınız?
Aslına
bakarsanız yeni ve ilk kavramlarını hiçbir zaman önemsemedim. Hatta,
özgeçmişlerine “şunu ilk yapan, ilk tutan” gibi imler koyarak
kendilerine bir iktidar alanı yaratmaya çalışanlara da kuşkuyla
bakmışımdır. Yeni olan ne var diye soruyorum. Sanki her şey yapıldı ve
şimdi herkes üzerine birer tuğla koymayı sürdürüyor. Galiba önemli olan
alttan tuğla çeken olmamak.
Anlaşılmak
ise duygusal bir yaklaşım. Nietzsche, izleyenin duygusallığının
sanatçınınkinin bittiği noktada başladığını söyler. Bu varsayıma katılın
ya da katılmayın; popülist bir anlaşılma kaygısı da kabul edilemez.
Sanatta üretenin ve tüketenin kodlamaları farklı olabilir, farklı
okunabilir ve bu son derece doğaldır. Kaldı ki, günümüzde çağdaş sanat,
çoğu kez izleyicinin de daha aktif katılımını gerektirmektedir. Sanatın
vahiy edilmiş gibi görünen ilahi duruşu sona ermiştir. Artık sanat tüm
insanlar için öğretilebilir bir yaşam pratiği olarak uzanabileceğiniz
kadar yakında durmaktadır.
Yol Notları “Ordubat”
Yeni
olanı deneme ve kabullenme konusundaki çekince hep var olmuştur;
temelinde de farklı kültür ve algılama sorunsalını yansıtmaktadır. Tarih
boyunca her teknolojik sıçramayla birlikte, sanatın öldüğü
varsayılmaktadır. Anımsarsanız, fotoğrafın keşfi Fransa’da ilk kez
duyurulduğunda başta Delaroche olmak üzere birçok ressam resim sanatının
öldüğü kanısına varmıştı. Bu bir melankoliydi. Sayısallaştırılmış
fotoğrafın ilk sunumu karşısında şaşkınlığını ve tepkisini gizleyemeyen
fotoğrafçıların, fotoğrafın ölümünü duyurmaları da aynı nedene
dayanmaktaydı. Bence fotoğraf henüz kendini bulmaktadır.
Çağdaş
Sanatlara yakın durduğunuzu tahmin ediyoruz. Size her şeyiyle sınırsız
bir imkan tanınsaydı, hangi disiplinleri kullanarak ve ne biçimde bir
paylaşma ortamı hayal ederdiniz?
Şaka
gibi… Bir çırpıda yanıtlamak zor ama sanırım, bir kentin kamusal
alanlarında fotoğraf ve video kullanabileceğim bir proje düşünürdüm.
Yüzler ve Düşler “Adnan Veli Kuvanık, 1995″
Fotoğraf
ve eğitim konusunda görüşlerinizi öğrenmek istiyorum.. Pek çok seminer
ve ders verdiniz… Fotoğrafta eğitimin yeri nedir? Ne kadar önemli ya da
gereklidir?
Ben
fotoğraf eğitiminin özellikle mesleki anlamda son derece önemli
olduğunu ama yalnızca teknik eğitimle sınırlı kalmanın da bir boşluk
doğuracağını düşünenlerdenim. Her ne kadar bir profesyonel fotoğrafçının
(reklam, basın vb.) arz-talep dengesinde iş göreceğini varsaysak da,
artık mükemmel fotoğrafın bilgisayarda bittiği şu dönemde, bu dengeyi
fotoğrafçı lehine değiştirebilecek yegane unsur onun sağgörüsünün
farklılığı olacaktır. Sağgörüyü geliştirmenin yolu da öğrencinin
kültürel ve entellektüel alt yapısını iyi hazırlamaktır. Felsefe,
sosyoloji, psikoloji ve çok önemli olan atölye çalışmaları mutlaka
eğitim planlarında yer almalıdır.
“eğer seçici bir gözünüz ve elinizde bir kameranız varsa, çevrenizde olup bitene duyarsız kalmanız da olanaksız gibidir”
Bir
fotoğrafçı neden fotoğrafın teknik sınırlarını zorlamaya ve onu başka
formatlara dönüştürmeye ya da başka biçimlerle birleştirmeye ihtiyaç
duyar? Sizce bu fotoğrafın anlatım için yetersizliğinden mi
kaynaklanıyor?
Bu
ihtiyaç yetersizlikle hiçbir ilgisi bulunmayan, tamamen plastik bir
konudur. Kendinizi ifade ederken, söyleminizi daha güçlü kılabilecek
medyaları seçiminizle ilgili bir konudur, kişisel bir tercihtir.
Deneysel ve/veya kavramsal üretim süreçlerine açıksanız, zaten sınırları
kaldırmışsınız demektir. Her türlü araç sizindir artık.
Biz,
sınırları zorlanan fotoğraftan geleneksel olanı anlıyorsak, bu anlamda
belgesel fotoğraf kendine özgü kodları ve diliyle başlı başına bir
mecradır. Diğer yandan, yoğun sayılabilecek şekilde belgesel de çeken
bir fotoğrafçıyım. Yaklaşık son 10 yıldır Nahcivan, Yörük Köyü,
Mülteciler Sokağı gibi projeleri gerçekleştirdim. Şimdi de yeni bir
projenin içindeyim. Bunların ortak özellikleri ekip projeleri olmaları
ve benim de fotoğrafçı olarak görev almamdır. Nahcivan projesine benzer
bir yayın projesi olan Yörük Köyü’nün fotoğrafları iki ayrı kitapta yer
aldı. “Mülteciler Sokağı” bir gazetede yayınlanan röportaj ile yer
buldu. Size belki de garip gelecektir ama bir yandan Yörük Köyü’nü
belgelerken, öte yandan Köyün 500 yıllık çamaşırhanesinde bir
yerleştirme (enstalasyon) gerçekleştirdim. Yaşam pratiğim içerisinde
belgesel ve kavramsalın iç içe geçtiği ve bana müthiş keyif veren eşsiz
bir kesitti bu.
Eğer
seçici bir gözünüz ve elinizde bir kameranız varsa, çevrenizde olup
bitene duyarsız kalmanız da olanaksız gibidir. Belgesel fotoğrafa
yaklaşım bir fotoğrafçı için sosyal sorumluluk tavrıdır.
Yüzler ve Düşler “Carmina Luis Castro, 1995″
Her
ne kadar sanatın “evrensel” olduğu söylense de, bir sanatçının
eserlerinde kendi kültüründen ve yöreselliğinden izler taşımaması
imkansız gibidir. Zaten bu da sanat da olması gereken farklılıkları ve
çok seslilikleri yaratır diye düşünüyorum, neden evrensellik ile
gelenekçi olma çatışır? İkisinin bir arada olabilme şansı yok mudur?
Aslında
imkansız değildir, olması gerekendir. Kültür ve sanat alanında
evrensellik ve yerellik düzlemindeki çatışma ve tartışmaların temelinde,
küreselleşme kılıfında karşımızda duran Kapitalist sistem tarafından
Batı Kültürü’nün “Evrensel” olarak konumlandırılmasının etkisi vardır.
Bu konumlandırma, kaçınılmaz biçimde ve sıklıkla sanatçının, aydının
kendi kültürüyle ve doğal olarak birbiriyle kavgalı hale gelmesine de
yol açmıştır. Bu kavga fotoğrafımızda da özellikle 1980 sonrası süreçte
deneyselin evrensel, belgeselin ise yerel kavramlarıyla
eşleştirilmesiyle ortaya konulmuştur. Oysa sanatın dilini göz önünde
bulundurduğunuzda ve post-yapısalcı bir pencereden baktığınızda, hiçbir
sözünüzü önce evrensel ortamda söyleyemezsiniz. Geleneği, yerel ve
evrensel değerlerini sentezleyebilmiş sanatçı, toplamlar bütününe
ulaşarak özgün bir dilin önemli bir ayağını kurmuş olur. Aksi takdirde;
sonuç kendi kaynaklarına yabancılaşmadır.
Yüzler ve Düşler “Hacer Karataş, 1994″
“derneklerin sanatsal üretim sürecinde doğrudan etkileri benim için tartışmalı bir konudur”
Ülkemizde
fotoğraf medyası, fotoğraf sergileri, fotoğraf yarışmaları ve fotoğraf
dernekleri üzerine neler düşünüyorsunuz? Bu konularda dikkat çekmek
istediğiniz hususlar var mıdır?
1989
yılında Afsad 3.Ulusal Fotoğraf Sempozyumu için fotoğraf yayıncılığının
ülkemizdeki durumuna ilişkin bir bildiri hazırlamıştım. Geriye dönüp
baktığımda yayın sayısının nicelik ve nitelik olarak hayli çoğaldığını,
ülke nüfusunun neredeyse %50 arttığını ama tirajların ya da satış
adetlerinin artmadığını görüyorum. Ülkenin genel sosyo-ekonomik
durumundan kaynaklanan bir yetmezlik durumu.
İnternet
medyasında gözüme ilişen birkaç sorundan da söz etmek istiyorum.
Fotoğraf paylaşmak amacıyla pek çok sayıda web sitesi, fotoğraf yorumu
ya da eleştirisi adına yeni başlayanları son derece yanlış yönlendirecek
şekilde boy gösteriyorlar. Bir bölümü “körler sağırlar birbirini
ağırlar” tarzına, bir diğer bölümü de kendinde eleştirmen yetisi gören
bazılarının sanal iktidar alanlarına dönüşmüş durumda. Mesela,
“Fotoğrafıma Eleştiri İstiyorum diyenlerin sitesi” başlığıyla yayın
yapan web siteleriyle karşılaşabiliyorsunuz. Bir şizofreni, sağduyu
kaybı ya da popülist arsızlık da diyebilirsiniz buna.
Yarışmalar,
fotoğrafçı için amaç olmayıp araç olarak kalmaya devam ettikleri ve
belli bir kalite düzeyini sağladıkları sürece heyecan katmayı
sürdürebilirler. Keşke, fotoğrafı değil ama fotoğrafçıyı ödüllendiren
organizasyonlar daha çok sayıda düzenlenebilse.
Hiçbir
dernek üyesi değilim. Bu nedenle, derneklerin sanatsal üretim sürecinde
doğrudan etkileri benim için tartışmalı bir konudur. Fakat temel
fotoğraf eğitimi alanında, fotoğraf sanatının kitlelere ulaştırılarak
sevdirilmesinde ve özellikle AFSAD, İFSAK gibi köklü kurumların
sempozyum, panel gibi bilimsel etkinliklerdeki öncü çabaları ve
katkıları yadsınamaz. Bu alanda her zaman büyük boşlukları doldurdular.
Yüzler ve Düşler “Mehmet Gün, 1992″
Özellikle
İzmir menşeli fotoğrafçılara baktığımızda “deneysel fotoğraf” olarak
belirtebileceğimiz fotoğraf çalışmalarına yönelenlerin çok ağır
bastığını görüyoruz. Bu ekollerin orada yayılmasının sebepleri sizce
nedir? Son dönemlerdeki genç Türk fotoğrafçılarının çalışmalarına
baktığınızda, nasıl buluyorsunuz?
İzmir
menşeli fotoğrafçı değilim; fotoğrafa Akhisar’da başlayıp, birkaç yıl
İstanbul, ardından 25 yıl Ankara’da yaşayıp ve son 7-8 yıldır İzmir’de
bulunuyorum ama bu sorunuza kendi görüşümle katkıda bulunabileceğimi
sanıyorum.
İzmir
kökenli fotoğrafçılarda genele oranla kavramsal ya da deneysel
fotoğrafa yönelme eğilimi 9 Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar
Fakültesi’ne bağlı bir fotoğraf bölümünün bulunması, dernek ile
akademisyenlerin uzun yıllardır ilişki içinde olmaları ve belki de en
önemlisi uzun yıllardır kavrama dayalı konulu geleneksel dernek
sergilerinin sürdürülüyor olmasıyla ilişkilendirilebilir. Belki
havasıyla suyuyla da ilgilidir. İzmir, düşünerek üretmek için güzel bir
kent.
Genç
fotoğrafçı arkadaşların yoğun ürettiklerini gözlüyorum. Gerek
bildirimi, gerekse sunumuyla etkileyici işler üretmenin yolunun kendi
altyapılarını beslemekten geçtiğini unutmamalılar. Bunun için de önce
okur-yazar fotoğrafçı olma ve disiplinli çalışma zorunluluğu vardır.
Ender
de olsa, sınırların zorlandığına tanık oluyorum. Belgesel çalışanlar,
daha çarpıcı olmak adına model kullanabiliyor ya da fotoğraflarına konu
olan kişileri yönlendirebiliyor, bilgisayar ortamında düzmece belgesel
fotoğraflar üretebiliyorlar ve bunları toplumu, tarihi yanlış
yönlendirmek pahasına pişkinlikle sunabiliyorlar.
Yüzler ve Düşler “Nihat Genç, 1993″
Bize
son yıllarda anlatım dili olarak yoğunlaştığınız videolarınız konusunda
neler söylemek istersiniz? Festival, bienal gibi ortamlarda artan
varlığınız hakkında bilgi verir misiniz?
Mc
Luhan, video görüntüsünün, fotoğrafla biçimlerin pozlanmasını önermesi
dışında ortak yönü bulunmadığına vurgu yapar. Her iki medyayı algı
düzleminde karşılaştırdığımızda bu görüşe katılmak mümkün değildir.
Örneğin, Amerikalı fotoğrafçı Duane Michals’ın 60′lı yılların sonunda
yaptığı fotoğraf serilerinde videografik bir lezzet bulabilirsiniz.
Bir
anlatım biçimi olarak videoyu kullanmak çoğu kez bir seri fotoğrafla ya
da sergiyle anlatabileceklerimi saniyelerle, dakikalarla ifade etme
olanağı sağlıyor ama beni en çok çeken yanı hareket ve uzamsallaşan
zaman duygusu.
Festival,
bienal ve benzeri ortamlar görüşlerimle çelişmediği sürece birer
paylaşım alanlarıdırlar. Bu tip zeminlerde daha geniş kitlelere
ulaşılabileceğini düşünüyorum.
Artık,
Tahir Ün sadece fotoğraf üreterek bir sergi gerçekleştirmeyecek mi?
Bunun sebebi, sizin kendinizi böylece daha özgür hissetmeniz mi yoksa
salt fotoğrafın sınırlarının artık tükenmiş olduğu mu?
Elbette, gerçekleştirebilir ama sergi açmak benim için temel kaygı değil şu anda. Sadece biraz daha özgürlük. Hepsi bu…
Röportaj : Levent YILDIZ & İlke VERAL