Mekâna ve zamana
göre değişerek farklı biçimler alan, öte yandan ahlaki baskı ve
kısıtlamalarla kendini sürekli yenileyen patriyarkal cinsiyet rejiminin
heteronormatif kalıplarından özgürleşmeyi içerebilecek mücadeleler
dizisi için geniş anlamda cinsiyet özgürlükçü mücadeleler diyebiliriz.
Cinsiyet özgürlüğü mücadeleleri, feminist mücadele kadar toplumsal
cinsiyeti sorunsallaştıran ve verili hegemonik erkeklik kimliklerine
karşı mücadele eden erkekleri de içermektedir.
Yakın zamanda dünyanın çeşitli ülkelerinde farklı erkek girişimleri,
cinsiyetçilik, kadına yönelik şiddet, homofobi ve transfobi karşıtı
mücadelelerde yerlerini almaya başladılar. Benzer bir gelişme birkaç
yıldan beri Türkiye’de de çok küçük kıpırdanmalar halinde başladı
diyebiliriz. Aşağıdaki soruları bu genel bakış açısıyla cevaplamanızı
rica edeceğiz.
Sonliberters:Türkiye'de
cinsiyet özgürlükçü, homofobi ve transfobi karşıtı mücadelelerin
radikal politik arenadaki diğer mücadelelere katkıları neler olmuştur?
Bu mücadeleleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Toplumsal bir dönüşümü
hedefleyen bu mücadelelere dair önerileriniz neler olabilir?
Ramazan Kaya: Bu
mücadelelerin radikal siyasetlere en büyük katkısı, bütün toplumsal
bölünmeleri birleştiren ve sabitleyen “evrensel” söylem veya öznelerin
çözülüşünü hızlandırmaları, her sorunun indirgenemez bir toplumsal
temeli olduğunu ve özerk bir mücadele hattını gerektirdiğini ortaya
koymalarıdır. Birlik ve dayanışmanın temelini aynılık olarak
kuramlaştıran her siyaset, farklılıkların çözücü ve bölücü zaferine
boyun eğmek zorunda kalmıştır. Kısacası toplumsal ilişkileri merkezi bir
fail üzerinden kuramlaştıran tüm teoriler ve politikalar krizdedir.
Hiçbir sorun bir başka sorunun türevi veya yan etkisi değildir.
Post-kolonyal entelektüellerin yürüttüğü “Maduniyet Çalışmaları”nın
“evrensel sınıf anlatısı”na getirdiği temel eleştiriler de bu
yöndedir.“Evrensel sınıf anlatısı”, Batı dışındaki halkların, siyah
ırkların, kadınların, madun sınıfların ve eşcinsellerin tarihte oynadığı
rolü görünmez kılarak bu özneleri tarihin kıyılarına itmiştir. Bu
bağlamda Geleneksel Marksizmin sınıf siyasetinin en önemli
başarısızlıklarından biri, öznelerin cinsiyetlendirilmiş ve
ırksallaştırılmış bütünsel kimlikler içinde konumlandırılmasını
görememesi olmuştur. Çözüm; ne salt yerelden türetilen ve başka hiçbir
yere genişletilemeyen ve taşınamayan kategoriler üretmektir, ne de tarih
ve mekândan bütünüyle soyutlanmış kibirli kategorilerin buyruklarına
boyun eğmektir. Kavramların evrenselci kullanımını çürütmenin yegâne
yolu, başka bir evrenselci iddiaya başvurmaktır; yani, her tarihsel
bağlamın kendine özgü eleştirel kavramlar kümesi olduğunu göstermektir.
Gelinen aşamada farklıklarını ve özerkliklerini üretmeyi başarmış bütün
toplumsal mücadele alanlarının ortak örgütlenme hatlarını da yaratmaları
gerekmektedir. Her direniş öğesinin talepleri bir başka direniş
öznesinin gündemi haline gelmedikçe kimlik kompartımanlarına kapanmaktan
kurtulamayız. Qeer Nation hareketinin Utah’taki bir Mormon
konferansında gerçekleştirdiği bir eylem belki de hepimize esin kaynağı
olabilir. Bu eylemde kamuya açık bir mekânda erkekler erkeklerle,
kadınlar kadınlarla öpüşerek eşcinsellik karşıtlarını şoke etmişlerdi.
Bu topraklarda da Kürt hareketi onur yürüyüşünü Diyarbakır’da organize
etmeyi düşündüğünde, metropollerdeki lgbtt hareketi sempozyumlarını
Kürtçe sunmaya başladığında, anarşist ve komünist erkekler etek giyip
morarmış gözlerle kadına yönelik şiddete karşı sokaklara döküldüğünde ve
feministler KCK tutuklamalarına karşı cezaevleri önünde nöbet tutmaya
başladığında mevcut toplumsal bedenlerden kurtulmamız mümkün hale gelir.
M.Hart ve A. Negri’nin “Çokluk” kitabında dedikleri gibi “Qeer bedenler
yoktur sadece qeer et vardır, o da toplumsal davranışlardaki iletişim
ve işbirliğinde yatar”
Sonliberters:
Emek ve beden arasında nasıl bir ilişki kuruyorsunuz? Bu ilişki,
cinsiyet özgürlükçü bir mücadele hakkında bize hangi izlekleri sunar?
Toplumsal cinsiyet ile toplumsal sınıf mücadelelerinin kesişimleri
üzerine neler söylemek istersiniz?
Ramazan Kaya:
“Patriyarkal kapitalizmin” üretim dünyasında, kadınların dünyadaki
toplam işin üçte ikisini yapıp dünya gelirinin sadece onda birini
kazanıyor olması ve dünyadaki üretim araçlarının sadece %1’i üzerinde
kontrol sahibi olması küresel cinsiyet rejiminin tartışmaya yer
bırakmayan somut bir fotoğrafını sunmaktadır. Claudıa Von Werlhof,
“Kapitalizmin doğuşuyla yaratılan “doğa” kavramının, maliyetlerden muaf
ekonomik bir doğa tanımına oturduğunu, yani sınırsız biçimde ele
geçirilmesi serbest olan her şeyin “doğa” olarak görülmeye başlandığını
ve “doğa” kavramının kadınları, dünyayı, suyu ve diğer “doğal kaynaklar”
ile yerli halkları, toprağı ve sömürgelerdeki halkları da içerdiğini”
vurgulamaktadır. Ayrıca kadınların ev-kadınlaştırılması, kadınların
sahip oldukları kaynakların çalınması, sosyal ağlarının yıkılması ve
ücretsiz bir hizmetçi konumuna düşürülmesi anlamına gelmektedir.
Kadınların bedenlerine el konması, emeklerine el konmasıyla yakından
bağlantılıdır. Kadınların erkeklerin fiziksel mekânına hapsedilmeleri,
kadınların erkeklerin kavramsal evrenine kapatılmasını da beraberinde
getirmiştir. Ev-içi sömürü, hane ile sınıf arasındaki ilişki toplumsal
mücadelenin önemli bir alanı olmuştur. Ev, emek gücünün kapitalist
üretimin ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik düzenlenmesi ve kuşaklararası
biçimde yeniden üretilmesinin kilit mekânıdır. Kapitalizm ve
patriyarka, toplumsal yaşamın her alanında birbirleriyle etkileşim
içinde bulunan toplumsal ilişki sistemleridir; toplumsal cinsiyet
dolaysıyla “üretim ilişkilerinin” bir parçasıdır. Kısacası ucuz,
güvencesiz ve düzensiz kadın emeği kapitalizmin can suyu haline
gelmiştir. Kapitalizmin en büyük yedek ordusu ve yeni proletaryası artık
“kadınlar sınıfı”dır. Feminist politika, kapitalist endüstriyel
sistemin kadın emeğini sömüren ve değersizleştiren yapısını etkili bir
şekilde görünür kıldığı gibi, sistemin kadın bedeni üzerindeki disipline
edici tekniklerini, kadın bedenini metalaştıran arzu politikalarını ve
fallusantrik ekonomiyi açığa çıkarmada da önemli bir yol kat etmiştir.
Çünkü kapitalist pazarda erkeklerin sadece işgücü meta haline gelirken,
kadının bütün varlığı meta haline gelmiştir. Kapitalizmin özel yaşam
alanlarını kolonileştiren ve bu alanlardan beslenen özelliklerinin bir
analiz ünitesi, bir politik ödev haline gelmesi yine feminizmin kararlı
politikası sayesinde mümkün olmuştur.
Sonliberters:
Yaygın bir kanaat, heteroseksizme karşı verilen lgbtt mücadelelerinin
yalnızca lgbtt bireyleri ilgilendirdiği yönündedir. Türkiye'deki
homofobi ve transfobi karşıtı mücadelenin en meşhur sloganlarından biri
olan "eşcinsellerin kurtuluşu heteroseksüelleri de özgürleştirecektir"
sözü size ne ifade ediyor?
Ramazan Kaya: Her
erkeğin toplumsal avantajlarıyla, suç ortaklıklarıyla hesaplaşmasında
bu hareketlerin yarattığı farkındalıkların önemli bir rolü olmuştur.
Eşcinsel hareket, ayrımcılıkla, homofobiyle mücadele etme ve tanınma gerekliliğinden
doğmasına rağmen mücadelesinin her zaman temel eksenlerinden biri de
hegemonik erkekliğin ve patriyarkanın sorunsallaştırılması olmuştur.
Çünkü heteroseksizm, hegemonik erkekliğin ve patriyarkanın en güçlü
dayanaklarından biridir. Patriyarkanın bütün toplumsal örgütlenmesinin
temel hedeflerinden biri de heteroseksizmin yeniden üretilmesidir. Aile
kurumu aracılığıyla kadının bedenine ve emeğine el koyan patriyarka,
aynı zamanda hegemonik erkekliğin başka erkeklikler üzerinde ve
heteroseksizmin de başka cinsel yönelimler üzerinde tahakküm kurmasının
“doğal” temelini oluşturur. Aile kurumu dolayımıyla cinsel hazzın üreme
temelli bir ilişki formuna sokulması, cinsel işbölümü ve toplumsal
cinsiyet temelli hiyerarşiler ve eşitsizlikler bir şekilde
heteroseksizmin “doğallaştırılmasını” ve mutlaklaştırılmasını zorunlu
kılmaktadır. Bu bağlamda heteroseksizmi sorunsallaştırmadan
patriyarkayla ve hegemonik erkeklikle hesaplaşmak mümkün değildir. Lgbtt
bireylerin varlığı hegemonik erkekliğe cepheden bir meydan okumadır,
hegemonik erkeklik değerlerinin ve temsillerinin sarsılması ve
bozulmasıdır. Lgbtt hareketinin mücadelesi sonucunda lgbtt bireylerinin
cinsel yönelimlerinin kabul görmesi veya bazı yasal hakların, eşitliğin
elde edilmesinden çok (ki bu kazanımlar da fazlasıyla önemlidir) bu
hareketin patriyarkaya, hegemonik erkekliğe, heteronormativiteye ve
militarizme getirdiği eleştiriler ve oluşturduğu tehdit beni daha çok
heyecanlandırmaktadır. Lgbtt hareketinin evlenme ve orduya alınma hakkı
gibi düzen-içi taleplerle toplumsal cinsiyet rejiminin elverdiği
çokkültürlülük çerçevesinde bir azınlık kimlik haline gelme çabası bütün
radikal özünü yitirmesine yol açar ki bu da patriyarkayı, hegemonik
erkekliği, militarizmi, milliyetçiliği ve eril iktidarı aşındırmamızı
zorlaştırır.
Sonliberters:
"Kadının en büyük talihsizliği ya bir melek veyahut da bir şeytan
olarak görülmesi olduğu içindir ki onun hakiki kurtuluşu yeryüzü üzerine
yerleştirilmesinden, yani insan olarak görülmesinden geçer." Emma
Goldman'ın bu sözünden yola çıkarak, arzuya ilişkin soruları tamamen
bastırmayı tercih eden bir söylemin kadını ittiği bu konumlara dair ne
söyleyebilirsiniz? Bu açıdan kadına has özgürleştirici bir söylem
geliştirmenin potansiyellerini nerede aramak gerekir?
Ramazan Kaya: Kadını
kutsallaştıran, tanrıçalaştıran kısacası onu gökyüzüne çıkaran her
söylem kadını cinsiyetsiz, aseksüel bir varlığa dönüştürme
gayretkeşliğidir. Bütün semavi dinlerin, yaratılış miti bile kadının
(Havva) baştan çıkarıcı özelliği yüzünden yeryüzündeki sürgün
serüvenimizin başladığı üzerine kurulmuştur. Semavi dinlerin güvenilmez
“fettan kadın” imgesi zamanla seküler ideolojiler tarafından da
devralınmıştır. Kadının cinsel varlığı ve cinsel potansiyeli her zaman
bir korku ve endişe kaynağı olmuştur. Muhafazakâr ve modern
ideolojilerin kadına biçtiği “meşru roller” çoğunlukla anne, bacı ve eş
olmaktan ibaret olmuştur. Kutsal anne miti, kadının cinselliğini
bastırmak ve denetlemek ideolojisinin hala önemli bir parçasıdır.
Muhafazakâr ve milliyetçi ideolojiler açısından kadının iffeti ve
namusu, milli onurun sembolü olagelmiştir. Kadının bedeninin kirlenmesi,
toplumsal onurun lekelenmesi veya bir “erkeklik kaybı” olarak
görülmüştür. Kadınların bedenlerinin denetimi bir milli görev olarak
telakki edilmiş, ulus’un büyük bir aile olarak kurgulaması kadının bu
aile içindeki rollerinin “doğallaştırılmasıyla” iç içe geçmiştir.
Muhafazakâr ve modern ideolojilerin toplumsal projelerinde kadına
biçilen roller genel itibariyle benzerdir: Ulus’un biyolojik yeniden
üretiminin nesnesi, geleneğin koruyucusu ve kültürel sınırların
temsilcisi olmaktır. Ulusal modernleşme süreçlerinde kadın hakları,
toplumsal cinsiyet ayrımlarını ortadan kaldırmak, bireysel özgürlükler
çerçevesini genişletmek temelinde ele alınmaktan çok uluslaşma sürecinin
bir parçası veya modernleşmenin zorunlu bir göstergesi olarak ele
alınmıştır. Kadının kamusal yaşama müdahil olmasına ve toplumsal
örgütlenmesine patriyarkal yapıları zorlamayan, toplumsal cinsiyet
rollerini sarsmayan bir çerçevede izin verilmiştir. Solun, kadın
sorununa bakışı da radikal bir kopuşu maalesef doğurmamıştır. Sol,
kadınların ezilmişliğini ülkenin geri kalmışlığına ve feodal
ilişkilerinin egemenliğine dayandırmış, kadınların sol örgütlerde
yaşadıkları bütün olumsuz deneyimler, aşılamamış feodal kültürün
etkileri olarak değerlendirilmiştir. Kadınların cinsel eşitlik ve özerk
örgütlenme talebi devrim saflarını bölen ve “dava”ya zarar talepler
olarak görülmüş ve ötelenmiştir. Kadının kendi bedeni üzerindeki
tasarrufu, bedenini tanıması ve isimlendirmesi kadınların toplumsal ve
cinsel özgürlük mücadelesiyle mümkün olmuştur, bundan sonra alacağı
konum, geliştirilecek söylem veya stratejilere de yine kadınların bizzat
kendisi karar verecektir.
Sonliberters:
Erkekler her zaman kendilerine toplumsal olarak benimsetilen rollerle
uyumlu olabilir mi? Erkeklerin bu konudaki çatışma ve uyumsuzluklarından
ötürü baskılar yaşaması söz konusu mudur? Günümüz toplumunda bir
erkeğin toplumsal olarak ona sunulmuş avantajlardan, erkekliği üzerinden
kendisine yüklenen görevlerden, diğer erkeklerle ya da kadınlarla
kurduğu ilişkilerin duygusal farklılığından rahatsız olması ne anlama
geliyor?
Ramazan Kaya: Olamaz çünkü toplumsal
cinsiyet rejiminin sürekli bir iktidar kışkırtmasıyla zorladığı, her
daim güçlü ve yeterli olması varsayılan erkeklik rolünün hakkını vermeye
çalışmak sanıldığı kadar kolay değildir. Yaşadığımız topraklarda
erkekliğe giden çetin yolda erkeği; sert, duygusuz ve ağır yüklerle dolu
bir dizi toplumsal ödev beklemektedir. Erkek olmak; sünnet, askerlik,
iş bulmak, evlilik, çocukları otoritesiyle yönlendirmek gibi sonu gelmez
ritüellere ve rollere razı olmak demektir. Ayrıca erkeklik,
kazanıldığından hiçbir zaman emin olamadığımız bir “imkânsız
iktidar”dır. Her daim yeniden kanıtlamak ve temsil edilmek zorunda
olduğumuz bir yok-kimliktir. Erkeklik bir kere elde edildikten sonra
ömür boyu keyfi sürülen bir krallık değildir. Onaylanmaya ve okşanmaya
muhtaç bir kudrettir. Hayattan yediğimiz güçlü şamarların etkisi çoğu
zaman iktidarsızlık ve yetersizlik duygularını beslemekte buda erkeğin
ruhunu zehirleyen hınç duygusunu bilemektedir. Sürekli kışkırtılan
erkeklik mitinin hayatın sert duvarlarına toslamasıyla keşfedilen
iktidarsızlık duyguları samimi bir yüzleşmeyi doğuracağına, yaşanan
“erkeklik krizi” çeşitli maskelerle, güç gösterileriyle maalesef
savuşturulmaktadır. İktidarın, işsizliğin, militarizmin ve patriyarkanın
yol açtığı yaralar ve değersizlik hissi; şiddetle, tecavüzle, rekabet
oyunlarıyla, ırkçı veya köktenci siyasal hareketlere katılmakla aşılmaya
çalışılmaktadır. Erkeğin yaşamı boyunca; güçlü bir erkek, fedakâr bir
koca, romantik bir âşık, rol modeli bir baba, vatan kurtaran asker
rollerine cevap olması zaten mümkün değildir. Çocukluktan başlayarak
öğretilen duygularını bastırmak, korkmamak, eşcinsel yönelimden nefret
etmek, yetersizliklerini saklamak, evi geçindirecek bir baltaya sap
olmak rolleri erkeklik adına çoğu zaman bir öz-yıkım yaratmaktadır. Kimi
erkeklerin hegemonik erkeklik değerleriyle yüzleşmesinde ve bu
değerlere başkaldırmasında, doğrudan ilişkilendikleri kadınların
yaşadıkları erkek kaynaklı acılara ve şiddete tanık olmaları, feminist
kadınlar ile yaşarken edindikleri farkındalıklar veya savaş karşıtları,
vicdani ret, lgbtt ve feminist hareketin yürüttüğü politikalarla
yollarının bir şekilde kesişmiş olması gibi faktörler etili olmuştur.
Sonliberters:
Bir toplumsal aktör kendi performansının kişiliğiyle uygun olmasına
çaba harcar. Dolayısıyla rol ve kişilik arasında karşılıklı bir
koordinasyondan bahsedebiliriz. Bu bağlamda annelik/babalık rollerinin
sürekli yeniden üretilmediği bir çekirdek aile tasavvur edebiliyor
musunuz?
Ramazan Kaya: Bugüne
kadar bir çocuğum olmadığından veya bir çocuğa bakma deneyimini
yaşamadığımdan bu konuda edeceğim her sözün hükümsüz olduğunu
düşünüyorum. Anti-otoriter ebeveynlerin deneyimlerinden edindiğim
bilgiler ışığında bu konuda umutlu olmamızı sağlayacak örneklerin çok az
olduğunu söyleyebilirim. Çocuğun tek başına büyümek zorunda kaldığı
sınırlı sosyalleşme koşulları, çoklu ebeveynlik deneyimlerine kapalı
aile modelleri ve ebeveynlerin çocukla kurduğu yoğun özdeşleşmeler
annelik ve babalık rollerini yıkan/bozan alternatif deneyimlerin
çoğalmasını zorlaştırmaktadır. Çocuğun bir gelecek sigortası olarak
görülmesi veya yenik hayallerimizin bir temsilcisi olarak
konumlandırılması çocuğu bir yatırım aracına dönüştürmektedir. Bu da
ebeveynlerin sundukları emek karşılığında çocuk üzerinde sınırsız
tasarruf hakkına sahip oldukları duygusunu ve anlayışını
güçlendirmektedir. Çocuğu belli beklentiler doğrultusunda şekillendirmek
arzusu annelik/babalık rollerinin kesintiye uğramasını nerdeyse
imkânsız kılmaktadır. Aile, toplumsal cinsiyet hiyerarşilerinin ve
heteronormatif değerlerin üretildiği, ortak varoluşu parçalayan bir
makinedir. Özgürlük bilinci gelişkin, farkındalığı yüksek çiftler olsak
bile çoklu ebeveynlik pratiklerini kolaylaştıracak sosyal dayanışma
ağları veya gönüllü ebeveynliklere açık alternatif sosyal kurumlar
yaratamadığımız sürece bu konuda tökezlemeye ve geleneksel rolleri
üretmeye devam edeceğiz gibime geliyor.
Sonliberters:Cinsiyet
özgürleşme mücadelelerini, kimlik politikası olarak gören değerlendirme
ya da eleştiriler hakkında neler söylemek istersiniz?