Tuncel Kurtiz, hayatının yarım asrını sahnelerde, beyazperdede
geçirdi. Artık tiyatro için yorgun ama yine de oyunculuktan geri
kalmaya niyeti yok. O yüzden de Ezel'in yoruculuğuna rağmen şimdi Muhteşem Yüzyıl'da, Ebu Suud rolünde oynuyor.Yakında onu Mutlu Aile Defteri filminde de göreceğiz.
Cumhuriyet Pazara- O tok, yaşanmışlığın izi düşmüş sesiyle başlıyor anlatmaya Tuncel Kurtiz. Neler yok ki bu hayatta? Büyük dostluklar, Gümüş Ayı gibi önemli ödüller, onlarca oyun... Sonra; Yılmaz Güney, Can Yücel, Özdemir Asaf, Peter Brook... O anlatsa ben dinlesem diyorum akşama
kadar. Neredeyse öyle de oluyor. Bu uzun sohbetten size damıtılmış bir
anlatı kalıyor. Ha, aranızda hâlâ onu tanımayan varsa, evet, o Ezel’in
Ramiz Dayı’sıydı ve şimdi Muhteşem Yüzyıl’ın Ebu Suud’u!
Bazı yazılar ne yaparsanız yapın, boşluğa gebedir, bir bitmemişliğe yatırır insan aklını. Sorular yetmez, yanıtlar kesmez. Bu da öyle bir yazı. Ne anlatsam, nereden başlasam hep bir yanı eksik kalacak, biliyorum. Dile kolay, 76 yıllık bir hayatı dökmem lazım şuncacık yere. Büyük dostlukları, ödülleri, onlarca oyunu... Sonra, Yılmaz Güney’i, Can Yücel’i, Özdemir Asaf’ı, Münir Özkul’u, Peter Brook’u ve gidişlerini... Sonra Umut’taki Hamal Hasan’ı, Kuzunun Gülümseyişi’ndeki Hilmi’yi, Sürü’deki Hamo Ağa'yı, Teneke’deki Murtaza Ağa’yı... Ve tabii aşkları... Sonra bir de bugünü; yılların oyuncusunun “popüler kültür”ün yeni keşfi oluşunu, hâlâ oynayabilmenin gücünü ve de yoruculuğunu... Pişmanlıkları ve hayalleri... Hatta şu an karşımda nasıl durduğunu: İki kolundan geçirdiği çantasıyla daha çok bir ilkokul talebesine benziyor Tuncel Kurtiz. Ona sorsanız, zaten hâlâ bir öğrenci, saatlerce okuyor, araştırıyor, yazıyor. Sürekli not aldığı defterlerini toplasak nasıl bir bilgi denizine daldırır kim bilir bizi; ama şimdilik sadece yanındaki bir tanesini gösteriyor. Her gün 1.5 saat yürüyor. Günde dört gazete okuyor; Cumhuriyet, Birgün, Taraf ve Aydınlık. Leman ve Harman’ı düzenli takipte. Ağız dolusu gülüyor ve kızdığında gök gürültüsüne dönüşüyor sesi. Off, bu da yetmez. Şimdi, biraz da geçmişe...
Sene, 1940’lar olmalı, “ah o eski zamanlar” işte. Edremit’te bir ortaokulun sahnesinde küçük sesiyle bir çocuk kendi yaptığı pamuktan sakalların içinde boyundan büyük bir rolde ve alkış! Alkışlar, ilk o gün kulağına kazınıyor. Sahneden indiğinde mutlu, “bir iş başarmanın tadı” yüreğinde, sokakları bir oyuncu edasıyla arşınlıyor ama kısa bir süre, çünkü onun damarlarını tutuşturan sevda başka, kelimelerin büyüsünü yazarak yaşatmanın derdinde o vakitler. Yazar olacak; kafasına koyalı çok oldu. Hatta o zaten kendisini yazar zannediyor! Yılların ve yolların onu yine sahneye getireceğini, yurtdışında büyük başarılar elde edeceğini, dört kere Oscar törenine katılacağını, Berlin’de Gümüş Ayı alacağını ve oynamaktan 76 yaşına geldiği bugün bile vazgeçmeyeceğini bilmiyor henüz. O şimdilik “Sait Faik’e özenen bir yazar”. Sürekli okuyor, okuyor, okuyor; Faulkner, Hemingway, Zola, Steinbeck... Mülkiyetin Tarihi, Marksizm Nedir... Sonra Cahit Ilgat: “Of”. Can Yücel, Özdemir Asaf: “Aman Allah’ım”. O günler yüreğine çöken bu isimler, arkadaşları da olmamış daha. Derken yıllar geçiyor ve hukuk okumak için girdiği İstanbul Üniversitesi’nde bölüm bölüm dolanıyor; filoloji, felsefe, psikoloji, sanat tarihi... Ta ki “deli bir aktör” olduğunu anlaya kadar...
- Nasıl oluyor bu?
- O zamanlar matineler yapardık üniversitede. Birinde, Özdemir Asaf prödüktörcü hikâyesini okumuştu. “R”leri söyleyemediğinden “pyodüktöycü” dedikçe herhes kıkır kıkır güldü. Cemal Süreya da gelmişti. Bir hikâyemi okudum. Bitince Gürkal Aylan “Bir piyes koyuyoruz, başrol oynamanı istiyoruz” dedi. Girdik. Derken “Büyük Allah Brown” oynar mısın, dediler. Atladık üzerine ama yuhalandım, beğenilmedi. Oyunda Kibele, Dion’a “Kötü aktörlerden nefret ederim” diyor, salondan biri de “Biz de, biz de” diye bağırmış. Bir eleştiride okuyunca ağır gelmişti. Ama sonra Schaumburg’da sevgilimle yemek yerken Ege Ernart bir demet menekşeyle kutladı beni. Şiirle, edebiyatla dolu günlerdi.
- Hazırlanmak için arşivdeki bilgi dosyanızı aldım, iki kalın dosya. Onlarca röportaj yapmış birine soru hazırlamak kolay değil doğrusu. İlk röportajınızı hatırlıyor musunuz?
- Çalışayım. Aa, röportaj değil ama sene 1958 galiba, abilerimiz, tiyatrocular, artistler Baylan Pastanesi’ne takılırdı, ben de tabii! Ne de olsa genç bir edebiyatçıyım, hikâyeler yazıyorum. Bir gün Şükran Kurdakul bir dergi için “Bu yıl hangi şairle yakınlık kurabildiniz, hangi mısrası aklınızda” diye sorunca patlamıştım: “Üç yıldızlı bir albaydı gökyüzü, karşısında önüm açık gezerdim. Can Yücel”. Sonra çok röportaj yapıldı. Ben de yavaş yavaş konuşmayı öğrendim galiba.
Tuncel Kurtiz: Bilmem, hiç düşünmem öyle şeyleri.
- Öyleyse benimkilerle idare edeceğiz; Ezel’den sonra bir daha dizide oynamam, demiştiniz. Ama Muhteşem Yüzyıl’dasınız. Ne değiştirdi fikrinizi?
- Sevgili dostum Ayşe Barın! Ezel’de çok yoruldum. Bir senede ancak kendime geldim. Köydeki hayatım çok güzel, dağım, denizim var ama 60 yıldır uğraştığım mesleğimi tamamen bırakmak da zor geliyor. Ayşe “Dayı’dan sonra çok kabadayı teklifi var ama Muhteşem Yüzyıl’ı tavsiye ediyorum. TIMS iyi bir prodüksiyon, seni yormayacaklar, Şeyhülislam da enterasan rol” dedi. Ne diyeyim?
- Ebu Suud güçlü adalet duygusunun yanı sıra Alevilere yönelik düşmanlığıyla da biliniyor. Sizin Ebu Suud’unuz nasıl?
- Ben tabii ki özgürlük düşmanlarına karşı savaşan biriyim. Yavuz Sultan döneminde 40-50 bin Alevi’nin katledildiğini, Pir Sultan Abdal’ın “Açılın kapılar, şaha gidelim” dediği için idam edildiğini, Sivas’ta yakılanları biliyorum ve o Alevilerin katli vaciptir diyen biri, fakat Osmanlı hukukunu da alabildiğine geliştirmiş, Kanuni’ye empoze etmiş. Çiçek meraklısı. Ebu Suud sarısı, beyazı var literatürde, kendi yetiştirdiği laleler var. Onu gerçekçi bir şekilde anlamaya ve anlatmaya çalışıyorum.
- Başladığınıza memnun musunuz?
- Çok. Bana hediye gibi geldi. Beni el bebe gül bebe haftada iki gün çalıştırıyorlar, hiç yormadan. Ama ben tabii ufacık rolüm olsa da eşek gibi çalışıyorum. Günüm Ebu Suud’un hayatını okumakla geçiyor, köyü nasıldı, İskilip’e niye gitti, ailesi, şeyhülislam oluşu, Kanuni’yle ilişkisi, fetvalarını bile. Çok heycanlıyım.
- Kabul etmeseniz de oyunculuğun ustalarından birisiniz...
- Ayakkabıcının ustası olur, ama sanatçının olmaz.
- Peki. Ama bu hazırlıkları yapmasanız bile oyunculuğunuz kabul edilecektir, neden hâlâ bunca zahmet?
- Ben çok kötü bir talebeydim ama çok iyi bir okuyucuydum. Mezun olmadan üniversitelerin kantininde, kütüphanelerinde geçirdim zamanımı. Büyük hocaların derslerine girdim. Mina Urgan’la yakınlığım oldu. Tatyana Moran’la. O zamanki sevgilimle felsefe kütüphanesinde takılırken Asaf Halet Çelebi’yle tanıştım. Arkasından Özdemir Asaf’la, Can Yücel’le abi-kardeş ilişkisi. Münir Özkul’la, Cahit Irgat’la, Tarık Gürcan’la, Erol Günaydın’la, Müşfik Kenter’le... Böyle büyüdüm. Şimdi ben bir karakteri nasıl çalışmadan oynarım? Bana senin kolay dediğin o şey zor geliyor. Bana küçücük bir alan verdiler, daha büyüğünü yapacak gücüm yok artık, istemiyorum. Üstelik gittikçe zorlaşıyor işim.
- Neden?
- Altan Elbulak’ın dediği gibi, “İlk 20 senesi kolaydı”. Şimdi zor. Ben yetenekli bir adam değilim, kabul ettim artık. Çalışarak zorla bu noktaya geldim ama bu aşmam gereken bir nokta, biliyorum. Yetmiyor çünkü Marlon Brando’yu, Humphrey Bogart’ı görüyorum, Müşfik’i, Ulvi Uraz’ı. Müşfik bir rolü hop diye çıkarırdı. Erol Günaydın bir uçtan bir uca yürüse yeter... Kolay değil kafa bu. Deminden beri İngilizce, Arapça, Almanca konuştum, hepsi duruyor. 1959’da âşık olduğum bir kız için bir okuyuşta ezberlediğim şiiri hâlâ hatırlıyorum: “Benimle gel, gecenin hali pek güzel...” Ama bu hafta söyleyeceğim repliği sekiz, on defa okudum. Dümbüllü’nün lafıyla “Bu kafa çatlak.” Ama çatlak patlak 77 yıldır idare ediyor.
- Peki hedef ne?
- Aslında hedefim de olmadı hiç. Rüzgârda savrulan yaprak misaliydim ama fikri, vicdani hür bir adamdım.
- “Sadece inandığım, sevdiğim işlerde olmak isterim” demişsiniz yıllar önce. Başardınız mı?
- Çalışıyorum. Çok sıkışık dönemlerde, özellikle Avrupa’da, pek severek yapmadığım işler oldu ama Peter Brook’un dediği gibi; “Tok aktör aç aktörden daha iyidir”.
- Kendinizi izlediğinizde ne görüyorsunuz?
- Bazen, oynadığım adamla neredeyse yarı yarıya birleşebiliyorum. Onun için birdenbire bakınca beni rahatsız ediyor gördüğüm, ama beş-altı sene geçtikten sonra hoşuma gidiyor.
- Yazdığınızı biliyoruz, bunları okuyabilcek miyiz?
- 2004’te Bölük Pörçük diye bir kitap çıkardım. İki bin bastı, hâlâ bitmedi, çoğunu ben sattım üstelik (gülüyor).
- Ezel’den sonra da mı satılmadı?
- Ramiz Dayı diye kitap çıkarmıyorum ki…
- Peki onlarca role hayat vermiş biri olarak Ramiz Dayı diye bilinmek sizi sinirlendiriyor mu?
- Bir ara sinirlendiriyordu. Kenan iyi arkadaşım, ondan çok şey öğrendim. “Buyurun, çekin efendim”... Bu sempatiler çok çabuk unutulur, bel kemiğimiz yok çünkü. Yeni bir dizi gelir, o kaybolur, öteki başlar. Ama sinema, kitap kalır. Bir tane bile satsa kalır. l
İnsan anlatıldıkça yaşar
- Bir filminiz de vizyona girecek yakında.
- Mutlu Aile Defteri, çocuklarını kendisi gibi asker yapmak isteyen bir babanın trajikomik hikâyesi. Ben ve oğlum, o adamla çocukları arasındaki ilişki... Herkes çocuğu kendisi gibi olsun ister genelde, olmadığında küser, darılır, ama sonunda yine sever. Öyle bir adam oynadık, bakalım ne çıkacak. Beğenilirse seviniriz, beğenilmezse demek bu kadarmış yaptığımız der, kabul ederiz... Artık işler değişmiş, çok büyük prodüksiyonlar yapılıyor. Biz hep fukara sinemasını yaptık Yılmaz’la.
- Sizin Yılmaz Güney’inizi bir iki kelimeyle anlatsanız?
- Bir sürmene bıçağı kadar yalın, sert, sağlam. Dost. Cahit Irgat’ın Orhan Veli için söylediği gibi “bu topraktan biriydi”.
- Yılmaz Güney, Cahit Irgat, Can Yücel, Özdemir Asaf... Muhabbetin başından beri andığınız dostlarınız artık yok. Kendinizi yalnız hissediyor musunuz?
- Artık beni kimse yalnız bırakamaz çünkü onlarla beraberim. Ne kadar onu anlatırsak o kadar kalır. Oktay Rifat’ın dediği gibi “Hatıralar da dal istiyor, kuşlar gibi konacak”. Ama evet, diğer yandan “Hayata beraber başladığımız, / Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir; / Gittikçe artıyor yalnızlığımız”.
- Siz nasıl hatırlanmak istersiniz?
- Hiç umrumda değil, ne derlerse desinler... Bakın en çabuk Türkiye’de gömerler ölüyü. Ben ölüme inanmıyorum. Belki bahar ülkesine açılan kapıdır, ölüm. Hepimiz bu kapıdan geçeceğiz. Nedir ki bu dünya? Daha bunu yanıtlayamıyoruz ki, ölümün yok oluş olduğunu nereden bileceğiz? Şamanların yaptığı gibi ölünce mezarıma iki şişe şarap, sevdiğim filmlerimi ve bitiremediğim kitaplarımı koysunlar. O yolculukta onları bitireyim. l
Aynı hayatı yeniden yaşarım
- “Bir röportajınızda ben biraz da zar atmaya inanıyorum. Kader atmış gökkubbeden zarımızı, üste ne geldiyse o olacaktır” demiştiniz. Dönüp bakınca size daha çok ne gelmiş; şeş beş, hep yek?..
- Öyle şeyler oldu ki... İsrail’de Sürü’yü seyreden iki rejisör “Arapça oynar mısın” dediler. Oynarım, dedim, Arapça bilmediğim halde. Bu da zar atmaktı. Neye güveniyorsun oysa? Ama çok çalıştım. O rolle Gümüş Ayı kazandım. Ünlü İngiliz tiyatro ve sinema yönetmeni Peter Brook, çok iyi arkadaşım Miriam Goldschmidt’le Sürü'yü izleyip “Bu adam köylüdür, oyuncu değildir” deyince Goldschmidt “Arkadaşım, İngilizcesi de iyidir” diyor. Peşime düşüyorlar. Ben o sırada cebimde 100 dolar ve ödünç parayla alınmış smokinle New Yok’tayım. Yönetmen Menahem Golan’la görüşüyorum. Berlin’e yine o 100 dolarla dönüyorum. Ne yapacağız diye düşünürken Brook’la 2.5 sene dünyayı dolaşıyorum, Muhabaratta oyunuyla. Büyük tecrübe. Çok da kazanıyorum ama Japonya’da hızlı trene binip Fuji’ye gidiyorum, en iyi lokantalarda yiyorum; Los Angeles’ta, Meksiya’ya gidip geziyorum, New york’ta 2.500 dolara ev tutuyorum. Döndüğümde yine param yok. Berlin’de tuvaleti dışarıda bir yer kiralıyorum. Bunlara bakınca aslında güzel zar atmışa benziyorum. Oscar Wilde’ın dediği gibi, “Bir kere veya iki kere zar atmak, centilmence bir oyundur. Ama utancın gizli evinde günahla oynayan kazanamaz...”
- Zar atmaya korktuğunuz olmadı mı hiç?
Hep attım ama üzüldüğüm bir şey var. Zar atan adam niye Fellini’ye gidip “Merhaba ben Tuncel Kurtiz” demedi, mesela.
- Başka pişmanlığınız var mı?
- Zor günler geçirdim, barikatlar aştım, düz duvara tırmandığım da oldu ama hâlâ yaşıyorum ve inançlıyım. O yüzden aynı hayatı yeniden aynen yaşamaya razıyım ama eğer gerekirse. Pişman olmak diye bir şey yok. Her şeyi zevkle yaptım, onları yapmasaydım bugünkü Tuncel olamazdım. Yaptık, yanlış mıydı? Aynı yanlışı bir daha yapmayalım hiç olmazsa, der geçerim. Ne bileyim. Belki o kadar çok içtiğim rakı ve sigarayla beğenilen bu sesi elde ettim... Ama... Daha sistemli olmayı isterdim. Her şey yarım. İngilizcem iyi değil. Almancam da. Yine de herkes iyi sanıyor. Almanca nerelisiniz, diyorum. Karşıdaki Berlin, deyince başlıyorum bir film için ezberlediğim Almanca repliğe. Adamlar, çok iyi Almanca bildiğime inanıyor. Oysa replikten sonrası tarzanca (gülüyor). l
Tiyatro için gücüm yok
- By-pass’tan sonra tiyatrodan uzak kaldınız. Üzüyor mu bu sizi, özlediniz mi?
- Ben zaten tiyatroda öyle bir noktaya gelmiştim ki, yüz kişiyle Şeyh Bedrettin’i yaptım. Övünmek hakkım değil ama en güzel eleştirilerimi Viyana’da aldım. Arkasından inatla başladım gene çalışmaya, 57 yaşımdaydım daha çünkü. Son Tanrıça’yı yaptım gençlerle, pek olmadı. Çünkü henüz hazır değillerdi, dans, müzik, ritim. Viyana’daki oyuncularım konservatuvar mezunuydu, bir enstrüman çalabiliyor, ritim, dans biliyorlardı. Yine de dinlediğimde müziği hoşuma gidiyor. By-pass da geldi girdi araya, zor geçti ameliyatım, yavaş yavaş yürümeyi öğrendim. Doktor, uçak seyahatlerini bile yasakladı. Buna rağmen dikkatimi dağıttım bir defa daha Ankara’da, Siyah Beyaz filmini yaparken dokuz gün yoğum bakıma girdim. Ondan sonra inşallah akıllandım (gülüyor). Tiyatro büyük bir disiplindir, zor iştir. Ona girişecek gücüm yok.
- Hâlâ içinizde kalmış bir rol var mı peki?
- Yurtdışında yaşarken bir ara geldiğimde Muhsin Ertuğrul, “Galileo geldi” demişti. “Hocam imkânsız, mukavelem var” dedim ama isterdim. Çehov’un Üç Kız Kardeş’inde, Vişne Bahçesi’nde ya da Vanya Dayı’da olmak isterdim. O kadar çok şey var ki oynananacak... Artık hayallerimi yazıyorum. Yapamadıklarımı, yapamayacaklarımı, yapacaklarımı...
- Listesinin başında ne var?
- Bedrettin! Kendi projem olarak genç bir rejisörle çalışmak istiyorum. Senaryo yazdım 4-5 tane, arkadaşlarım da yazdı. Ama memnun değilim. Ben beğenmedikten sonra yapmam ama işaretler güzel. Bakalım, bu yaz bir grupla çalışacağım. Bir de Tolstoy’un Kreutzer Sonatı var. Zamanımız yetecek mi, imkânımız oluşacak mı? Bilmiyorum.
- Bunca birikimi gençlere de aktarmayı, mesela bir tiyatro okulu açmayı düşünmediniz mi?
- Düşündüm ama vazgeçtim. Onun yerine bu anlattıklarımı yaptım. Ama yurtdışında ders vererek geçindim bir dönem. Hatta bir kızın parası yoktu, manavda çalışıyormuş, bana portakal, muz getirirdi. Sonra çok iyi oyuncu oldu.
Evet, ben bir sosyalistim
Uslanmaz bir muhalif Kurtiz, kendine bile. Öyle ki Fenerli olmasına rağmen Beşiktaş Çarşı Grubu’nu destekliyor çünkü “Çarşı herkese karşı”! Adil bir düzenin ancak sosyalizmle olacağına inanıyor ama tabii birey de var olabilirse, aksi halde “sadece bir adamın yumruğu” olunacağını biliyor. Evet, o bir komünist, hem de yıllardır ve de “hâlâ”! Nasıl olmasın ki? “500 senedir kapitalizmle dünyanın nereye geldiği ortada. Bir milyar insan açlıktan ölüyor. Yalnız Irak'ta bir milyondan fazla insan öldürüldü. Devlet anamızın sütü hep bir tarafa akıyor”.
Beni kadınlar büyüttü
Umut filmiyle Cannes’da dört sene kaldığımda, cebimdeki para bitti, İsviçre’deki sevgilim bana el bebe gül bebe baktı. Bana bakan kadınlar sağ olsunlar, var olsunlar. Beni onlar büyüttü biraz da. Onlar olmasa zordu işim. Sonra Türkiye’ye döndüm. Bir süre çalıştıktan sonra Bahiya’ya komünist yazar Jarge Amado’nun yanına gidecektim ki, karıma rastladım. Hemen âşık oldum. İstanbul’da kaldım. İyi ki âşık olmuşum, yaşıyorum çünkü, orada çoktan ölürdüm. Menend bana çok iyi baktı, bakıyor. Yaşatmaya çalışıyor beni.
Kaz Dağı’ndaki hayatımızı çok seviyorum. Güzel bir kütüphanem var. Haftada en az dört film izliyor, yeni filmleri takip ediyorum. Her sabah en az iki saat yürüyorum. Yüzüyorum. Yazmaya çalışıyorum. Bahçede karıma yardım ediyorum. Lavantalar var her tarafta. Köpeğimiz, tavuklarımız var. Dağa tırmanıyorum. Onu da altın aramalarıyla yok edecekler. Beş bin yıldır biliniyor bu dağda altın olduğu, kimse aramaya kalkmadı çünkü üstü altın; bütün Avrupa Kazdağı’ndaki bitki örtüsü zenginliğine sahip değil. (Fotoğraf: Cumhuriyet / VEDAT ARIK)
Bazı yazılar ne yaparsanız yapın, boşluğa gebedir, bir bitmemişliğe yatırır insan aklını. Sorular yetmez, yanıtlar kesmez. Bu da öyle bir yazı. Ne anlatsam, nereden başlasam hep bir yanı eksik kalacak, biliyorum. Dile kolay, 76 yıllık bir hayatı dökmem lazım şuncacık yere. Büyük dostlukları, ödülleri, onlarca oyunu... Sonra, Yılmaz Güney’i, Can Yücel’i, Özdemir Asaf’ı, Münir Özkul’u, Peter Brook’u ve gidişlerini... Sonra Umut’taki Hamal Hasan’ı, Kuzunun Gülümseyişi’ndeki Hilmi’yi, Sürü’deki Hamo Ağa'yı, Teneke’deki Murtaza Ağa’yı... Ve tabii aşkları... Sonra bir de bugünü; yılların oyuncusunun “popüler kültür”ün yeni keşfi oluşunu, hâlâ oynayabilmenin gücünü ve de yoruculuğunu... Pişmanlıkları ve hayalleri... Hatta şu an karşımda nasıl durduğunu: İki kolundan geçirdiği çantasıyla daha çok bir ilkokul talebesine benziyor Tuncel Kurtiz. Ona sorsanız, zaten hâlâ bir öğrenci, saatlerce okuyor, araştırıyor, yazıyor. Sürekli not aldığı defterlerini toplasak nasıl bir bilgi denizine daldırır kim bilir bizi; ama şimdilik sadece yanındaki bir tanesini gösteriyor. Her gün 1.5 saat yürüyor. Günde dört gazete okuyor; Cumhuriyet, Birgün, Taraf ve Aydınlık. Leman ve Harman’ı düzenli takipte. Ağız dolusu gülüyor ve kızdığında gök gürültüsüne dönüşüyor sesi. Off, bu da yetmez. Şimdi, biraz da geçmişe...
Sene, 1940’lar olmalı, “ah o eski zamanlar” işte. Edremit’te bir ortaokulun sahnesinde küçük sesiyle bir çocuk kendi yaptığı pamuktan sakalların içinde boyundan büyük bir rolde ve alkış! Alkışlar, ilk o gün kulağına kazınıyor. Sahneden indiğinde mutlu, “bir iş başarmanın tadı” yüreğinde, sokakları bir oyuncu edasıyla arşınlıyor ama kısa bir süre, çünkü onun damarlarını tutuşturan sevda başka, kelimelerin büyüsünü yazarak yaşatmanın derdinde o vakitler. Yazar olacak; kafasına koyalı çok oldu. Hatta o zaten kendisini yazar zannediyor! Yılların ve yolların onu yine sahneye getireceğini, yurtdışında büyük başarılar elde edeceğini, dört kere Oscar törenine katılacağını, Berlin’de Gümüş Ayı alacağını ve oynamaktan 76 yaşına geldiği bugün bile vazgeçmeyeceğini bilmiyor henüz. O şimdilik “Sait Faik’e özenen bir yazar”. Sürekli okuyor, okuyor, okuyor; Faulkner, Hemingway, Zola, Steinbeck... Mülkiyetin Tarihi, Marksizm Nedir... Sonra Cahit Ilgat: “Of”. Can Yücel, Özdemir Asaf: “Aman Allah’ım”. O günler yüreğine çöken bu isimler, arkadaşları da olmamış daha. Derken yıllar geçiyor ve hukuk okumak için girdiği İstanbul Üniversitesi’nde bölüm bölüm dolanıyor; filoloji, felsefe, psikoloji, sanat tarihi... Ta ki “deli bir aktör” olduğunu anlaya kadar...
- Nasıl oluyor bu?
- O zamanlar matineler yapardık üniversitede. Birinde, Özdemir Asaf prödüktörcü hikâyesini okumuştu. “R”leri söyleyemediğinden “pyodüktöycü” dedikçe herhes kıkır kıkır güldü. Cemal Süreya da gelmişti. Bir hikâyemi okudum. Bitince Gürkal Aylan “Bir piyes koyuyoruz, başrol oynamanı istiyoruz” dedi. Girdik. Derken “Büyük Allah Brown” oynar mısın, dediler. Atladık üzerine ama yuhalandım, beğenilmedi. Oyunda Kibele, Dion’a “Kötü aktörlerden nefret ederim” diyor, salondan biri de “Biz de, biz de” diye bağırmış. Bir eleştiride okuyunca ağır gelmişti. Ama sonra Schaumburg’da sevgilimle yemek yerken Ege Ernart bir demet menekşeyle kutladı beni. Şiirle, edebiyatla dolu günlerdi.
- Hazırlanmak için arşivdeki bilgi dosyanızı aldım, iki kalın dosya. Onlarca röportaj yapmış birine soru hazırlamak kolay değil doğrusu. İlk röportajınızı hatırlıyor musunuz?
- Çalışayım. Aa, röportaj değil ama sene 1958 galiba, abilerimiz, tiyatrocular, artistler Baylan Pastanesi’ne takılırdı, ben de tabii! Ne de olsa genç bir edebiyatçıyım, hikâyeler yazıyorum. Bir gün Şükran Kurdakul bir dergi için “Bu yıl hangi şairle yakınlık kurabildiniz, hangi mısrası aklınızda” diye sorunca patlamıştım: “Üç yıldızlı bir albaydı gökyüzü, karşısında önüm açık gezerdim. Can Yücel”. Sonra çok röportaj yapıldı. Ben de yavaş yavaş konuşmayı öğrendim galiba.
Tuncel Kurtiz: Bilmem, hiç düşünmem öyle şeyleri.
- Öyleyse benimkilerle idare edeceğiz; Ezel’den sonra bir daha dizide oynamam, demiştiniz. Ama Muhteşem Yüzyıl’dasınız. Ne değiştirdi fikrinizi?
- Sevgili dostum Ayşe Barın! Ezel’de çok yoruldum. Bir senede ancak kendime geldim. Köydeki hayatım çok güzel, dağım, denizim var ama 60 yıldır uğraştığım mesleğimi tamamen bırakmak da zor geliyor. Ayşe “Dayı’dan sonra çok kabadayı teklifi var ama Muhteşem Yüzyıl’ı tavsiye ediyorum. TIMS iyi bir prodüksiyon, seni yormayacaklar, Şeyhülislam da enterasan rol” dedi. Ne diyeyim?
- Ebu Suud güçlü adalet duygusunun yanı sıra Alevilere yönelik düşmanlığıyla da biliniyor. Sizin Ebu Suud’unuz nasıl?
- Ben tabii ki özgürlük düşmanlarına karşı savaşan biriyim. Yavuz Sultan döneminde 40-50 bin Alevi’nin katledildiğini, Pir Sultan Abdal’ın “Açılın kapılar, şaha gidelim” dediği için idam edildiğini, Sivas’ta yakılanları biliyorum ve o Alevilerin katli vaciptir diyen biri, fakat Osmanlı hukukunu da alabildiğine geliştirmiş, Kanuni’ye empoze etmiş. Çiçek meraklısı. Ebu Suud sarısı, beyazı var literatürde, kendi yetiştirdiği laleler var. Onu gerçekçi bir şekilde anlamaya ve anlatmaya çalışıyorum.
- Başladığınıza memnun musunuz?
- Çok. Bana hediye gibi geldi. Beni el bebe gül bebe haftada iki gün çalıştırıyorlar, hiç yormadan. Ama ben tabii ufacık rolüm olsa da eşek gibi çalışıyorum. Günüm Ebu Suud’un hayatını okumakla geçiyor, köyü nasıldı, İskilip’e niye gitti, ailesi, şeyhülislam oluşu, Kanuni’yle ilişkisi, fetvalarını bile. Çok heycanlıyım.
- Kabul etmeseniz de oyunculuğun ustalarından birisiniz...
- Ayakkabıcının ustası olur, ama sanatçının olmaz.
- Peki. Ama bu hazırlıkları yapmasanız bile oyunculuğunuz kabul edilecektir, neden hâlâ bunca zahmet?
- Ben çok kötü bir talebeydim ama çok iyi bir okuyucuydum. Mezun olmadan üniversitelerin kantininde, kütüphanelerinde geçirdim zamanımı. Büyük hocaların derslerine girdim. Mina Urgan’la yakınlığım oldu. Tatyana Moran’la. O zamanki sevgilimle felsefe kütüphanesinde takılırken Asaf Halet Çelebi’yle tanıştım. Arkasından Özdemir Asaf’la, Can Yücel’le abi-kardeş ilişkisi. Münir Özkul’la, Cahit Irgat’la, Tarık Gürcan’la, Erol Günaydın’la, Müşfik Kenter’le... Böyle büyüdüm. Şimdi ben bir karakteri nasıl çalışmadan oynarım? Bana senin kolay dediğin o şey zor geliyor. Bana küçücük bir alan verdiler, daha büyüğünü yapacak gücüm yok artık, istemiyorum. Üstelik gittikçe zorlaşıyor işim.
- Neden?
- Altan Elbulak’ın dediği gibi, “İlk 20 senesi kolaydı”. Şimdi zor. Ben yetenekli bir adam değilim, kabul ettim artık. Çalışarak zorla bu noktaya geldim ama bu aşmam gereken bir nokta, biliyorum. Yetmiyor çünkü Marlon Brando’yu, Humphrey Bogart’ı görüyorum, Müşfik’i, Ulvi Uraz’ı. Müşfik bir rolü hop diye çıkarırdı. Erol Günaydın bir uçtan bir uca yürüse yeter... Kolay değil kafa bu. Deminden beri İngilizce, Arapça, Almanca konuştum, hepsi duruyor. 1959’da âşık olduğum bir kız için bir okuyuşta ezberlediğim şiiri hâlâ hatırlıyorum: “Benimle gel, gecenin hali pek güzel...” Ama bu hafta söyleyeceğim repliği sekiz, on defa okudum. Dümbüllü’nün lafıyla “Bu kafa çatlak.” Ama çatlak patlak 77 yıldır idare ediyor.
- Peki hedef ne?
- Aslında hedefim de olmadı hiç. Rüzgârda savrulan yaprak misaliydim ama fikri, vicdani hür bir adamdım.
- “Sadece inandığım, sevdiğim işlerde olmak isterim” demişsiniz yıllar önce. Başardınız mı?
- Çalışıyorum. Çok sıkışık dönemlerde, özellikle Avrupa’da, pek severek yapmadığım işler oldu ama Peter Brook’un dediği gibi; “Tok aktör aç aktörden daha iyidir”.
- Kendinizi izlediğinizde ne görüyorsunuz?
- Bazen, oynadığım adamla neredeyse yarı yarıya birleşebiliyorum. Onun için birdenbire bakınca beni rahatsız ediyor gördüğüm, ama beş-altı sene geçtikten sonra hoşuma gidiyor.
- Yazdığınızı biliyoruz, bunları okuyabilcek miyiz?
- 2004’te Bölük Pörçük diye bir kitap çıkardım. İki bin bastı, hâlâ bitmedi, çoğunu ben sattım üstelik (gülüyor).
- Ezel’den sonra da mı satılmadı?
- Ramiz Dayı diye kitap çıkarmıyorum ki…
- Peki onlarca role hayat vermiş biri olarak Ramiz Dayı diye bilinmek sizi sinirlendiriyor mu?
- Bir ara sinirlendiriyordu. Kenan iyi arkadaşım, ondan çok şey öğrendim. “Buyurun, çekin efendim”... Bu sempatiler çok çabuk unutulur, bel kemiğimiz yok çünkü. Yeni bir dizi gelir, o kaybolur, öteki başlar. Ama sinema, kitap kalır. Bir tane bile satsa kalır. l
İnsan anlatıldıkça yaşar
- Bir filminiz de vizyona girecek yakında.
- Mutlu Aile Defteri, çocuklarını kendisi gibi asker yapmak isteyen bir babanın trajikomik hikâyesi. Ben ve oğlum, o adamla çocukları arasındaki ilişki... Herkes çocuğu kendisi gibi olsun ister genelde, olmadığında küser, darılır, ama sonunda yine sever. Öyle bir adam oynadık, bakalım ne çıkacak. Beğenilirse seviniriz, beğenilmezse demek bu kadarmış yaptığımız der, kabul ederiz... Artık işler değişmiş, çok büyük prodüksiyonlar yapılıyor. Biz hep fukara sinemasını yaptık Yılmaz’la.
- Sizin Yılmaz Güney’inizi bir iki kelimeyle anlatsanız?
- Bir sürmene bıçağı kadar yalın, sert, sağlam. Dost. Cahit Irgat’ın Orhan Veli için söylediği gibi “bu topraktan biriydi”.
- Yılmaz Güney, Cahit Irgat, Can Yücel, Özdemir Asaf... Muhabbetin başından beri andığınız dostlarınız artık yok. Kendinizi yalnız hissediyor musunuz?
- Artık beni kimse yalnız bırakamaz çünkü onlarla beraberim. Ne kadar onu anlatırsak o kadar kalır. Oktay Rifat’ın dediği gibi “Hatıralar da dal istiyor, kuşlar gibi konacak”. Ama evet, diğer yandan “Hayata beraber başladığımız, / Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir; / Gittikçe artıyor yalnızlığımız”.
- Siz nasıl hatırlanmak istersiniz?
- Hiç umrumda değil, ne derlerse desinler... Bakın en çabuk Türkiye’de gömerler ölüyü. Ben ölüme inanmıyorum. Belki bahar ülkesine açılan kapıdır, ölüm. Hepimiz bu kapıdan geçeceğiz. Nedir ki bu dünya? Daha bunu yanıtlayamıyoruz ki, ölümün yok oluş olduğunu nereden bileceğiz? Şamanların yaptığı gibi ölünce mezarıma iki şişe şarap, sevdiğim filmlerimi ve bitiremediğim kitaplarımı koysunlar. O yolculukta onları bitireyim. l
Aynı hayatı yeniden yaşarım
- “Bir röportajınızda ben biraz da zar atmaya inanıyorum. Kader atmış gökkubbeden zarımızı, üste ne geldiyse o olacaktır” demiştiniz. Dönüp bakınca size daha çok ne gelmiş; şeş beş, hep yek?..
- Öyle şeyler oldu ki... İsrail’de Sürü’yü seyreden iki rejisör “Arapça oynar mısın” dediler. Oynarım, dedim, Arapça bilmediğim halde. Bu da zar atmaktı. Neye güveniyorsun oysa? Ama çok çalıştım. O rolle Gümüş Ayı kazandım. Ünlü İngiliz tiyatro ve sinema yönetmeni Peter Brook, çok iyi arkadaşım Miriam Goldschmidt’le Sürü'yü izleyip “Bu adam köylüdür, oyuncu değildir” deyince Goldschmidt “Arkadaşım, İngilizcesi de iyidir” diyor. Peşime düşüyorlar. Ben o sırada cebimde 100 dolar ve ödünç parayla alınmış smokinle New Yok’tayım. Yönetmen Menahem Golan’la görüşüyorum. Berlin’e yine o 100 dolarla dönüyorum. Ne yapacağız diye düşünürken Brook’la 2.5 sene dünyayı dolaşıyorum, Muhabaratta oyunuyla. Büyük tecrübe. Çok da kazanıyorum ama Japonya’da hızlı trene binip Fuji’ye gidiyorum, en iyi lokantalarda yiyorum; Los Angeles’ta, Meksiya’ya gidip geziyorum, New york’ta 2.500 dolara ev tutuyorum. Döndüğümde yine param yok. Berlin’de tuvaleti dışarıda bir yer kiralıyorum. Bunlara bakınca aslında güzel zar atmışa benziyorum. Oscar Wilde’ın dediği gibi, “Bir kere veya iki kere zar atmak, centilmence bir oyundur. Ama utancın gizli evinde günahla oynayan kazanamaz...”
- Zar atmaya korktuğunuz olmadı mı hiç?
Hep attım ama üzüldüğüm bir şey var. Zar atan adam niye Fellini’ye gidip “Merhaba ben Tuncel Kurtiz” demedi, mesela.
- Başka pişmanlığınız var mı?
- Zor günler geçirdim, barikatlar aştım, düz duvara tırmandığım da oldu ama hâlâ yaşıyorum ve inançlıyım. O yüzden aynı hayatı yeniden aynen yaşamaya razıyım ama eğer gerekirse. Pişman olmak diye bir şey yok. Her şeyi zevkle yaptım, onları yapmasaydım bugünkü Tuncel olamazdım. Yaptık, yanlış mıydı? Aynı yanlışı bir daha yapmayalım hiç olmazsa, der geçerim. Ne bileyim. Belki o kadar çok içtiğim rakı ve sigarayla beğenilen bu sesi elde ettim... Ama... Daha sistemli olmayı isterdim. Her şey yarım. İngilizcem iyi değil. Almancam da. Yine de herkes iyi sanıyor. Almanca nerelisiniz, diyorum. Karşıdaki Berlin, deyince başlıyorum bir film için ezberlediğim Almanca repliğe. Adamlar, çok iyi Almanca bildiğime inanıyor. Oysa replikten sonrası tarzanca (gülüyor). l
Tiyatro için gücüm yok
- By-pass’tan sonra tiyatrodan uzak kaldınız. Üzüyor mu bu sizi, özlediniz mi?
- Ben zaten tiyatroda öyle bir noktaya gelmiştim ki, yüz kişiyle Şeyh Bedrettin’i yaptım. Övünmek hakkım değil ama en güzel eleştirilerimi Viyana’da aldım. Arkasından inatla başladım gene çalışmaya, 57 yaşımdaydım daha çünkü. Son Tanrıça’yı yaptım gençlerle, pek olmadı. Çünkü henüz hazır değillerdi, dans, müzik, ritim. Viyana’daki oyuncularım konservatuvar mezunuydu, bir enstrüman çalabiliyor, ritim, dans biliyorlardı. Yine de dinlediğimde müziği hoşuma gidiyor. By-pass da geldi girdi araya, zor geçti ameliyatım, yavaş yavaş yürümeyi öğrendim. Doktor, uçak seyahatlerini bile yasakladı. Buna rağmen dikkatimi dağıttım bir defa daha Ankara’da, Siyah Beyaz filmini yaparken dokuz gün yoğum bakıma girdim. Ondan sonra inşallah akıllandım (gülüyor). Tiyatro büyük bir disiplindir, zor iştir. Ona girişecek gücüm yok.
- Hâlâ içinizde kalmış bir rol var mı peki?
- Yurtdışında yaşarken bir ara geldiğimde Muhsin Ertuğrul, “Galileo geldi” demişti. “Hocam imkânsız, mukavelem var” dedim ama isterdim. Çehov’un Üç Kız Kardeş’inde, Vişne Bahçesi’nde ya da Vanya Dayı’da olmak isterdim. O kadar çok şey var ki oynananacak... Artık hayallerimi yazıyorum. Yapamadıklarımı, yapamayacaklarımı, yapacaklarımı...
- Listesinin başında ne var?
- Bedrettin! Kendi projem olarak genç bir rejisörle çalışmak istiyorum. Senaryo yazdım 4-5 tane, arkadaşlarım da yazdı. Ama memnun değilim. Ben beğenmedikten sonra yapmam ama işaretler güzel. Bakalım, bu yaz bir grupla çalışacağım. Bir de Tolstoy’un Kreutzer Sonatı var. Zamanımız yetecek mi, imkânımız oluşacak mı? Bilmiyorum.
- Bunca birikimi gençlere de aktarmayı, mesela bir tiyatro okulu açmayı düşünmediniz mi?
- Düşündüm ama vazgeçtim. Onun yerine bu anlattıklarımı yaptım. Ama yurtdışında ders vererek geçindim bir dönem. Hatta bir kızın parası yoktu, manavda çalışıyormuş, bana portakal, muz getirirdi. Sonra çok iyi oyuncu oldu.
Evet, ben bir sosyalistim
Uslanmaz bir muhalif Kurtiz, kendine bile. Öyle ki Fenerli olmasına rağmen Beşiktaş Çarşı Grubu’nu destekliyor çünkü “Çarşı herkese karşı”! Adil bir düzenin ancak sosyalizmle olacağına inanıyor ama tabii birey de var olabilirse, aksi halde “sadece bir adamın yumruğu” olunacağını biliyor. Evet, o bir komünist, hem de yıllardır ve de “hâlâ”! Nasıl olmasın ki? “500 senedir kapitalizmle dünyanın nereye geldiği ortada. Bir milyar insan açlıktan ölüyor. Yalnız Irak'ta bir milyondan fazla insan öldürüldü. Devlet anamızın sütü hep bir tarafa akıyor”.
Beni kadınlar büyüttü
Umut filmiyle Cannes’da dört sene kaldığımda, cebimdeki para bitti, İsviçre’deki sevgilim bana el bebe gül bebe baktı. Bana bakan kadınlar sağ olsunlar, var olsunlar. Beni onlar büyüttü biraz da. Onlar olmasa zordu işim. Sonra Türkiye’ye döndüm. Bir süre çalıştıktan sonra Bahiya’ya komünist yazar Jarge Amado’nun yanına gidecektim ki, karıma rastladım. Hemen âşık oldum. İstanbul’da kaldım. İyi ki âşık olmuşum, yaşıyorum çünkü, orada çoktan ölürdüm. Menend bana çok iyi baktı, bakıyor. Yaşatmaya çalışıyor beni.
Kaz Dağı’ndaki hayatımızı çok seviyorum. Güzel bir kütüphanem var. Haftada en az dört film izliyor, yeni filmleri takip ediyorum. Her sabah en az iki saat yürüyorum. Yüzüyorum. Yazmaya çalışıyorum. Bahçede karıma yardım ediyorum. Lavantalar var her tarafta. Köpeğimiz, tavuklarımız var. Dağa tırmanıyorum. Onu da altın aramalarıyla yok edecekler. Beş bin yıldır biliniyor bu dağda altın olduğu, kimse aramaya kalkmadı çünkü üstü altın; bütün Avrupa Kazdağı’ndaki bitki örtüsü zenginliğine sahip değil. (Fotoğraf: Cumhuriyet / VEDAT ARIK)