Thursday, November 22, 2012

"Cem Karaca Özal'ın elini öpmedi!"

Moğollar'ın kurucusu Cahit Berkay, zamanında Turgut Özal'ın elini öpmekle ve döneklikle suçlanan Cem Karaca'nın, konser sonrası tebrik için gelen Semra Özal'ın elini centilmence öptüğünü ve olayın bundan ibaret olduğunu söyledi ve ekledi: "Cem'i çok üzdüler. Hiç ama hiç hak etmediği halde..."

FARUK DEMİR

Onlar, Türk rock müziğinin efsane grubu Moğollar. "Ağrı Dağı Efsanesi", "Bir şey yapmalı" gibi şarkıları ile bugün dededen toruna üç kuşağa birden hitap edebilen bu efsanevi grup, şimdilerde kayıtlarını tamamladıkları Moğollar/2009 albümü ile yeniden dinleyicisiyle buluşmaya hazırlanıyor. Barış Manço ve Cem Karaca gibi müziğin iki dev ismiyle de müzik adına çok başarılı işlere imza atan Moğollar'ın kadrosu zaman içinde pek çok değişikliğe uğrasa da, "ruhu, müzik tarzı ve duruşu" hiç değişmedi. Moğollar dendiğinde akla gelen ilk isim olan değerli müzisyen Cahit Berkay, Moğollar'ın iniş çıkışlarla dolu 41 yıllık öyküsünü, sanatçı dostu Faruk Demir'e anlattı.
-Anadolu rock yapan Moğollar, uzun yıllar Fransa'da kaldı. Neden, yaptığınız müzik ülkede tepki mi gördü ya da siyasi baskı mı vardı?

Hayır, biz kurulurken "Yurtdışına gideceğiz, çok meşhur olacağız ve ülkemize dönüp büyük projeler yapacağız" düşüncesiyle Fransa'ya gittik. Moğollar kurulurken siyasi hiçbir tarzı yoktu ama ülkemizde ve dünyada olup biten olumsuzlukları eserlerimizde dile getirmeyi hep ilke edindik. Böyle olunca da toplum bizi sol olarak görmeye başladı. Malum 1968'li yıllar hareketli yıllardı. Mesela Vietnam savaşına karşı bütün dünyaya tepkiler vardı ve biz de üstümüze düşeni yaptık elbette. Özellikle ülkemizdeki gelir dağılımı ve bölgeler arası kalkınmışlık dengesizliğini yine bir bölgemizde ağalık geleneğinin sürmesi toprak reformunun yapılmamış olması bunların tümü bizi derinden etkiliyordu. Mesela benim 1968'de yaptığım ilk bestem "Dağ ve çocuk" ismini taşır ve çevreci bir şarkıdır.
-Siz de önemli bir vokalsiniz ama Moğolların solistleri de oldu. Bunun nedeni neydi?

İlk grubu kurduğumuzda bir solist arkadaşımız vardı. Ama bizim tarzımızla bağdaşamadı. Ülkemizin türkülerini, şarkılarını okumayı pek uygun bulmuyordu. Biz de yollarımızı ayırdık. Sonra Cem'le bir yerde karşılaştık ve benden teklif gitti. O da zaten içten içe istermiş.
1973-1974'te "Cem Karaca +Moğollar" olarak çok güzel işler yaptık. Her konserimiz adeta bir miting gibiydi. Biz gitgide halkın taleplerini müzikle dile getiren duyarlı bir topluluk olduk ve tabii bizim hayata daha sol pencereden bakmamızı sağladı koşullar.

"AYNISINI YAPTIM"

-Cem Karaca'nın Özal'ın elini öpmesi ve döneklikle suçlanmasına ne diyorsunuz?

O olay benim yanımda oldu, aslı astarı yok. TBMM Foto Muhabirleri Derneği'ne konsere gittik, dönem başkanı Özal ve eşi de bizi izlemişler ve konser sonrası yanımıza gelip tebrik ettiler. Semra hanım elini Cem'e uzatırken biraz yukarı doğru tuttu Cem'de centilmenlik örneği elini öptü ama alnına koymadı. Ben de aynını yaptım. Hatta Cem, Özal'a bir espri yaptı. Çünkü ben çeneme koyup çekildim, efendim Cahit Avrupa kültürü almasıyla fark olacak gibisinden. Hele Turgut Özal'ın elini öpmek falan hiç olmadı. Ama bu olayı çok büyüttüler, Cem'i çok üzdüler yıllarca bunun sıkıntısını çekti hiç ama hiç hak etmediği halde.

200'Ü AŞKIN BESTE

-Cahit Berkay adı film müzikleriyle de çok anılır...

Herhalde ülkemizde en çok film müziği yapan sanatçıyım. 200'ün üzerindedir. Hatta sanırım içlerinde çok kötü olanlar da var. (Gülüyor)1974 yılında film müziği yapmaya başladım, daha sonra TV dizileri de gelmeye başladı.
-Beste yaparken ya da film dizi müziği yaparken nasıl konsantre oluyorsunuz?

Özellikle film ve dizi müziklerinde olay ve çekilen mekanın dilini, ruhunu yansıtacak enstrümanlarla çalışmak gerekiyor. Amerika'da çekilen bir filme bağlamayı elinize alarak müzik yapamazsınız. Ya da Anadolu'nun köyünde çekilen bir filme gitarla müzik üretemezsiniz. Şarkılar daha farklıdır. Ben çevreye, insana, havaya karşı duyarlıyım. İçimde var. Böyle olunca da suya sabuna dokunmayan besteler yapamıyorum. Örneğin ilk söz yazarlığım Sivas'taki Madımak vahşeti üzerine yazdığımdır.
-Barış Manço'yla çalışmalarınızdan bahseder misiniz?

Fransa'dan döndükten sonra Barış'la Anadolu turnelerine başladık.
O dönem Moğollar olarak Fransa'da ödüller almışız ki çok önemli aldığımız ödül. Bir gün Kütahya konserinde, her konserde uyguladığımız bir bölüm var; bir şarkıda ben yaylı tanburla taksim yapıyorum Barış da bir metin okuyor. Metni şöyle bitiyordu; "Öyle bir memlekette yaşıyorum ki bir baba kız çocuğunu kucağına alıp sevemiyor". Bu sözler üzerine oradaki bir grup yobaz arabamıza bomba koyup havaya uçurdular ki Barış'ın öyle politik hiçbir tavrı yoktu. Bizi polis, jandarma apar topar Kütahya'dan uzaklaştırdılar. Oradan İstanbul'a daha sonra sıkı yönetim komutani akşam 18.00 'de Sirkeci'den Avrupa treni kalkardı bizi trene bindirdiler gittik.
-Gittiniz Fransa'ya ne oldu?

Bir müddet müzik yaptık ama 1976'dan sonra Fransa'da da müzik yapacak ortam kalmadı. Farklı sektörlerde çalıştım. 1982'de Türkiye'ye kesin dönüş yaptık. Cem Karaca'yla beraber çalışmaya başladık. Bir albümü hariç Cem'in tüm albümlerini Moğollar olarak yaptık.

BU DA "KRİZ BASTI!"

-"Moğollar 2009" nasıl bir albüm olacak?

Stüdyo kayıtlarımız bitti. Yıl sonuna kadar çıkaracağız. Yine muhalif duruşumuz devam ediyor. Nazım Hikmet'in dört şiirini besteledik. Uğur Mumcu'ya ithafen enstrumantal "Geri Sar" diye bir eser var. Deniz Gezmiş'lere ve 1968 kuşağına özlemi dile getiriyor. Kriz Bastı ve Can Yücel'in şiirini besteledik. Gerçi artık kaset, CD yapmanın da bir esprisi kalmadı. Çünkü siz yapıyorsunuz, ikinci gün herkes internetten indiriyor. Olacak gibi değil. Devletin önlem alması lazım.
-Bu da telif haklarının durumunu getiriyor gündeme...

Benim özendiğimi düşünmeyin ama bu kadar müziği bir Avrupa ülkesinde yazan bir besteci, yorumcu, söz yazarı üretseydi özel şatoları, uçakları vs vardı. Ama biz birgün çalışmasak geçinemiyoruz. Tam bir rezalet. Fransa'da CACEM (Telif Meslek Birliği) kayıtlı üç çalışmam var oradan daha çok telif alıyorum. Biraz önce değindik 200 film müziği, 88 dizi müziği (Her dizi 13 ile 200 albüm) 10'un üzerinde kaset, CD, plak...
-Fransa'da aldığınız bir ödülden söz ettiniz...

Evet, o ödülü almak hayal bile edilemezdi. Biz de inanamadık. AKADEMİ SANTRO biz 1970'de aldık. Bizden önce Jimi Hendrix ve bir yıl sonra 1971'de Pink Floyd aldı ve bu ödülü aldığımızdan sonra dünyanın en büyük yapım firmaları peşimize düştü ve biz bunlar arasında tercih yapacak prestije sahip olduk ve CBS'i tercih ettik. Şimdi nerde bu olanaklar tabii ki.

Selvi Boylum Al Yazmalım

Türk sinemasının başyapıtlarından biri kabul edilen, başrollerini Türkan Şoray, Kadir İnanır ve Ahmet Mekin'in paylaştığı Selvi Boylum Al Yazmalım filminin unutulmaz müziği Cahit Berkay'a ait. Cahit Berkay konu hakkında şunları söylüyor: "Hayattaki en şanslı olduğum anlardan birisidir. Deli bir kadro ve müziğini benim yapmamı istiyorlar. Eser sahibi Cengiz Aytmatov, senayro Ali Özgentürk, yapımcı ve yönetmen Atıf Yılmaz... O yıllarda bu kadro her şey demek. Atıf ağabey beni çağırdı ve bütün filmi defalarca izledik. Ben notlarımı tuttum, iyice filmi beynime ve yüreğime yerleştirdim. Geldim eve gitarımı aldım, biraz uğraştım ama hiçbir şey çıkmıyor. Sonra bağlamamı aldım yine yok, kırık dökük kullanılmayacak halde duran bir cura vardı tozlu kirli. Buldum curayı ve tellerini, sağını, solunu onarıp çalınır hale getirdim. Akordunu yaptıktan sonra ilk 10 dakikada bir şeyler olmaya başladı. Mübalağa olmasın, yarım saatte eserin ana teması olgunlaştı. Daha sonra tabii günlerce üzerinde çalıştım ve mutlu son."

Neden Moğollar?

Cahit Berkay, Moğollar ismini neden seçtiklerini şöyle açıklıyor: Rock müziğin doğasında hırçınlık ve isyan var. Dünyaca ünlü rock grupları da 'Animals-Hayvanlar', 'Rolling Stones-Yuvarlanan taşlar' gibi dikkat çekici, agresif isimler taşıyor. Biz de grubun ismini koyarken hem dikkat çekici hem de köklerimize bağlı bir anlamı olmasını istedik.

Barış Manço'lu yıllar...

Moğollar'ın yolu 1971 yılında Paris'te, o tarihlerde Belçika'da yaşayan Barış Manço ile kesişir. Kurulan birliktelik de "Manchomongol" adını alır. ıÜüBarış Manço, o tarihlerde Hey dergisine şunları söyler: "Artık biz bir bütünüz. Ne ben Moğollar'ın şarkıcısıyım, ne de onlar benim grubum. Yepyeni bir grup olduk. Adımız MançoMongol. Kafaca anlaşan, aynı fikir seviyesine gelmiş olan bizler, yaptıklarımızın daha iyi olması için, sesimizi bütün dünyaya kuvvetlice duyurabilmek için, baş başa vermenin zamanı geldiğini anladık..." Ancak bu böyle olmaz. Birlikte Türkiye'ye dönen Barış Manço ve Moğollar, dört ay değişik yörelerde konserler verdikten sonra ayrılırlar. Geriye beraber yaptıkları iki 45'lik plak kalır.

İmza kampanyası ile geri döndüler

Efsane grup Moğollar'ın, dağıldıktan sonra tekrar bir araya gelip toplanma öyküsü de bir hayli ilginç: Leman mizah dergisi karikatüristlerinden Kaan Ertem, 1992 yılında bir televizyon programında "Moğollar tekrar bir araya gelsin" çağrısıyla bir imza kampanyası başlatır. Kampanya dahilinde kısa sürede binlerce imza toplanır. O tarihe kadar, çok istemelerine rağmen sahnelere dönme konusunda tereddütleri olan Cahit Berkay, Taner Öngür ve Engin Yörükoğlu kampanyaya gösterilen yoğun ilgi ve hayran mektuplarından cesaret alır ve efsane yeniden doğar. Yanlarına genç müzisyen Serhat Ersöz'ü de alan Moğollar, 31 Mayıs 1993'te İstanbul Cemal Reşit Rey konser salonunda muhteşem bir konser verirler. Cem Karaca'nın oğlu Emrah Karaca ise 2007 yılında gruba solist olarak katılır.

Wednesday, November 21, 2012

Bir deli aktör: Tuncel Kurtiz

Tuncel Kurtiz, hayatının yarım asrını sahnelerde, beyazperdede geçirdi. Artık tiyatro için yorgun ama yine de oyunculuktan geri kalmaya niyeti yok. O yüzden de Ezel'in yoruculuğuna rağmen şimdi Muhteşem Yüzyıl'da, Ebu Suud rolünde oynuyor.Yakında onu Mutlu Aile Defteri filminde de göreceğiz.


Cumhuriyet Pazara- O tok, yaşanmışlığın izi düşmüş sesiyle başlıyor anlatmaya Tuncel Kurtiz. Neler yok ki bu hayatta? Büyük dostluklar, Gümüş Ayı gibi önemli ödüller, onlarca oyun... Sonra; Yılmaz Güney, Can Yücel, Özdemir Asaf, Peter Brook... O anlatsa ben dinlesem diyorum akşama kadar. Neredeyse öyle de oluyor. Bu uzun sohbetten size damıtılmış bir anlatı kalıyor. Ha, aranızda hâlâ onu tanımayan varsa, evet, o Ezel’in Ramiz Dayı’sıydı ve şimdi Muhteşem Yüzyıl’ın Ebu Suud’u!

Bazı yazılar ne yaparsanız yapın, boşluğa gebedir, bir bitmemişliğe yatırır insan aklını. Sorular yetmez, yanıtlar kesmez. Bu da öyle bir yazı. Ne anlatsam, nereden başlasam hep bir yanı eksik kalacak, biliyorum. Dile kolay, 76 yıllık bir hayatı dökmem lazım şuncacık yere. Büyük dostlukları, ödülleri, onlarca oyunu... Sonra, Yılmaz Güney’i, Can Yücel’i, Özdemir Asaf’ı, Münir Özkul’u, Peter Brook’u ve gidişlerini... Sonra Umut’taki Hamal Hasan’ı, Kuzunun Gülümseyişi’ndeki Hilmi’yi, Sürü’deki Hamo Ağa'yı, Teneke’deki Murtaza Ağa’yı... Ve tabii aşkları... Sonra bir de bugünü; yılların oyuncusunun “popüler kültür”ün yeni keşfi oluşunu, hâlâ oynayabilmenin gücünü ve de yoruculuğunu... Pişmanlıkları ve hayalleri... Hatta şu an karşımda nasıl durduğunu: İki kolundan geçirdiği çantasıyla daha çok bir ilkokul talebesine benziyor Tuncel Kurtiz. Ona sorsanız, zaten hâlâ bir öğrenci, saatlerce okuyor, araştırıyor, yazıyor. Sürekli not aldığı defterlerini toplasak nasıl bir bilgi denizine daldırır kim bilir bizi; ama şimdilik sadece yanındaki bir tanesini gösteriyor. Her gün 1.5 saat yürüyor. Günde dört gazete okuyor; Cumhuriyet, Birgün, Taraf ve Aydınlık. Leman ve Harman’ı düzenli takipte. Ağız dolusu gülüyor ve kızdığında gök gürültüsüne dönüşüyor sesi. Off, bu da yetmez. Şimdi, biraz da geçmişe...

Sene, 1940’lar olmalı, “ah o eski zamanlar” işte. Edremit’te bir ortaokulun sahnesinde küçük sesiyle bir çocuk kendi yaptığı pamuktan sakalların içinde boyundan büyük bir rolde ve alkış! Alkışlar, ilk o gün kulağına kazınıyor. Sahneden indiğinde mutlu, “bir iş başarmanın tadı” yüreğinde, sokakları bir oyuncu edasıyla arşınlıyor ama kısa bir süre, çünkü onun damarlarını tutuşturan sevda başka, kelimelerin büyüsünü yazarak yaşatmanın derdinde o vakitler. Yazar olacak; kafasına koyalı çok oldu. Hatta o zaten kendisini yazar zannediyor! Yılların ve yolların onu yine sahneye getireceğini, yurtdışında büyük başarılar elde edeceğini, dört kere Oscar törenine katılacağını, Berlin’de Gümüş Ayı alacağını ve oynamaktan 76 yaşına geldiği bugün bile vazgeçmeyeceğini bilmiyor henüz. O şimdilik “Sait Faik’e özenen bir yazar”. Sürekli okuyor, okuyor, okuyor; Faulkner, Hemingway, Zola, Steinbeck... Mülkiyetin Tarihi, Marksizm Nedir... Sonra Cahit Ilgat: “Of”. Can Yücel, Özdemir Asaf: “Aman Allah’ım”. O günler yüreğine çöken bu isimler, arkadaşları da olmamış daha. Derken yıllar geçiyor ve hukuk okumak için girdiği İstanbul Üniversitesi’nde bölüm bölüm dolanıyor; filoloji, felsefe, psikoloji, sanat tarihi... Ta ki “deli bir aktör” olduğunu anlaya kadar...

- Nasıl oluyor bu?
- O zamanlar matineler yapardık üniversitede. Birinde, Özdemir Asaf prödüktörcü hikâyesini okumuştu. “R”leri söyleyemediğinden “pyodüktöycü” dedikçe herhes kıkır kıkır güldü. Cemal Süreya da gelmişti. Bir hikâyemi okudum. Bitince Gürkal Aylan “Bir piyes koyuyoruz, başrol oynamanı istiyoruz” dedi. Girdik. Derken “Büyük Allah Brown” oynar mısın, dediler. Atladık üzerine ama yuhalandım, beğenilmedi. Oyunda Kibele, Dion’a “Kötü aktörlerden nefret ederim” diyor, salondan biri de “Biz de, biz de” diye bağırmış. Bir eleştiride okuyunca ağır gelmişti. Ama sonra Schaumburg’da sevgilimle yemek yerken Ege Ernart bir demet menekşeyle kutladı beni. Şiirle, edebiyatla dolu günlerdi.

- Hazırlanmak için arşivdeki bilgi dosyanızı aldım, iki kalın dosya. Onlarca röportaj yapmış birine soru hazırlamak kolay değil doğrusu. İlk röportajınızı hatırlıyor musunuz?
- Çalışayım. Aa, röportaj değil ama sene 1958 galiba, abilerimiz, tiyatrocular, artistler Baylan Pastanesi’ne takılırdı, ben de tabii! Ne de olsa genç bir edebiyatçıyım, hikâyeler yazıyorum. Bir gün Şükran Kurdakul bir dergi için “Bu yıl hangi şairle yakınlık kurabildiniz, hangi mısrası aklınızda” diye sorunca patlamıştım: “Üç yıldızlı bir albaydı gökyüzü, karşısında önüm açık gezerdim. Can Yücel”. Sonra çok röportaj yapıldı. Ben de yavaş yavaş konuşmayı öğrendim galiba.


Tuncel Kurtiz: Bilmem, hiç düşünmem öyle şeyleri.

- Öyleyse benimkilerle idare edeceğiz; Ezel’den sonra bir daha dizide oynamam, demiştiniz. Ama Muhteşem Yüzyıl’dasınız. Ne değiştirdi fikrinizi?

- Sevgili dostum Ayşe Barın! Ezel’de çok yoruldum. Bir senede ancak kendime geldim. Köydeki hayatım çok güzel, dağım, denizim var ama 60 yıldır uğraştığım mesleğimi tamamen bırakmak da zor geliyor. Ayşe “Dayı’dan sonra çok kabadayı teklifi var ama Muhteşem Yüzyıl’ı tavsiye ediyorum. TIMS iyi bir prodüksiyon, seni yormayacaklar, Şeyhülislam da enterasan rol” dedi. Ne diyeyim?

- Ebu Suud güçlü adalet duygusunun yanı sıra Alevilere yönelik düşmanlığıyla da biliniyor. Sizin Ebu Suud’unuz nasıl?

- Ben tabii ki özgürlük düşmanlarına karşı savaşan biriyim. Yavuz Sultan döneminde 40-50 bin Alevi’nin katledildiğini, Pir Sultan Abdal’ın “Açılın kapılar, şaha gidelim” dediği için idam edildiğini, Sivas’ta yakılanları biliyorum ve o Alevilerin katli vaciptir diyen biri, fakat Osmanlı hukukunu da alabildiğine geliştirmiş, Kanuni’ye empoze etmiş. Çiçek meraklısı. Ebu Suud sarısı, beyazı var literatürde, kendi yetiştirdiği laleler var. Onu gerçekçi bir şekilde anlamaya ve anlatmaya çalışıyorum.

- Başladığınıza memnun musunuz?

- Çok. Bana hediye gibi geldi. Beni el bebe gül bebe haftada iki gün çalıştırıyorlar, hiç yormadan. Ama ben tabii ufacık rolüm olsa da eşek gibi çalışıyorum. Günüm Ebu Suud’un hayatını okumakla geçiyor, köyü nasıldı, İskilip’e niye gitti, ailesi, şeyhülislam oluşu, Kanuni’yle ilişkisi, fetvalarını bile. Çok heycanlıyım.

- Kabul etmeseniz de oyunculuğun ustalarından birisiniz...

- Ayakkabıcının ustası olur, ama sanatçının olmaz.

- Peki. Ama bu hazırlıkları yapmasanız bile oyunculuğunuz kabul edilecektir, neden hâlâ bunca zahmet?

- Ben çok kötü bir talebeydim ama çok iyi bir okuyucuydum. Mezun olmadan üniversitelerin kantininde, kütüphanelerinde geçirdim zamanımı. Büyük hocaların derslerine girdim. Mina Urgan’la yakınlığım oldu. Tatyana Moran’la. O zamanki sevgilimle felsefe kütüphanesinde takılırken Asaf Halet Çelebi’yle tanıştım. Arkasından Özdemir Asaf’la, Can Yücel’le abi-kardeş ilişkisi. Münir Özkul’la, Cahit Irgat’la, Tarık Gürcan’la, Erol Günaydın’la, Müşfik Kenter’le... Böyle büyüdüm. Şimdi ben bir karakteri nasıl çalışmadan oynarım? Bana senin kolay dediğin o şey zor geliyor. Bana küçücük bir alan verdiler, daha büyüğünü yapacak gücüm yok artık, istemiyorum. Üstelik gittikçe zorlaşıyor işim.

- Neden?

- Altan Elbulak’ın dediği gibi, “İlk 20 senesi kolaydı”. Şimdi zor. Ben yetenekli bir adam değilim, kabul ettim artık. Çalışarak zorla bu noktaya geldim ama bu aşmam gereken bir nokta, biliyorum. Yetmiyor çünkü Marlon Brando’yu, Humphrey Bogart’ı görüyorum, Müşfik’i, Ulvi Uraz’ı. Müşfik bir rolü hop diye çıkarırdı. Erol Günaydın bir uçtan bir uca yürüse yeter... Kolay değil kafa bu. Deminden beri İngilizce, Arapça, Almanca konuştum, hepsi duruyor. 1959’da âşık olduğum bir kız için bir okuyuşta ezberlediğim şiiri hâlâ hatırlıyorum: “Benimle gel, gecenin hali pek güzel...” Ama bu hafta söyleyeceğim repliği sekiz, on defa okudum. Dümbüllü’nün lafıyla “Bu kafa çatlak.” Ama çatlak patlak 77 yıldır idare ediyor.

- Peki hedef ne?

- Aslında hedefim de olmadı hiç. Rüzgârda savrulan yaprak misaliydim ama fikri, vicdani hür bir adamdım.

- “Sadece inandığım, sevdiğim işlerde olmak isterim” demişsiniz yıllar önce. Başardınız mı?

- Çalışıyorum. Çok sıkışık dönemlerde, özellikle Avrupa’da, pek severek yapmadığım işler oldu ama Peter Brook’un dediği gibi; “Tok aktör aç aktörden daha iyidir”.

- Kendinizi izlediğinizde ne görüyorsunuz?
- Bazen, oynadığım adamla neredeyse yarı yarıya birleşebiliyorum. Onun için birdenbire bakınca beni rahatsız ediyor gördüğüm, ama beş-altı sene geçtikten sonra hoşuma gidiyor.

- Yazdığınızı biliyoruz, bunları okuyabilcek miyiz?

- 2004’te Bölük Pörçük diye bir kitap çıkardım. İki bin bastı, hâlâ bitmedi, çoğunu ben sattım üstelik (gülüyor).

- Ezel’den sonra da mı satılmadı?

- Ramiz Dayı diye kitap çıkarmıyorum ki…

- Peki onlarca role hayat vermiş biri olarak Ramiz Dayı diye bilinmek sizi sinirlendiriyor mu?

- Bir ara sinirlendiriyordu. Kenan iyi arkadaşım, ondan çok şey öğrendim. “Buyurun, çekin efendim”... Bu sempatiler çok çabuk unutulur, bel kemiğimiz yok çünkü. Yeni bir dizi gelir, o kaybolur, öteki başlar. Ama sinema, kitap kalır. Bir tane bile satsa kalır. l


İnsan anlatıldıkça yaşar

- Bir filminiz de vizyona girecek yakında.


- Mutlu Aile Defteri, çocuklarını kendisi gibi asker yapmak isteyen bir babanın trajikomik hikâyesi. Ben ve oğlum, o adamla çocukları arasındaki ilişki... Herkes çocuğu kendisi gibi olsun ister genelde, olmadığında küser, darılır, ama sonunda yine sever. Öyle bir adam oynadık, bakalım ne çıkacak. Beğenilirse seviniriz, beğenilmezse demek bu kadarmış yaptığımız der, kabul ederiz... Artık işler değişmiş, çok büyük prodüksiyonlar yapılıyor. Biz hep fukara sinemasını yaptık Yılmaz’la.

- Sizin Yılmaz Güney’inizi bir iki kelimeyle anlatsanız?

- Bir sürmene bıçağı kadar yalın, sert, sağlam. Dost. Cahit Irgat’ın Orhan Veli için söylediği gibi “bu topraktan biriydi”.

- Yılmaz Güney, Cahit Irgat, Can Yücel, Özdemir Asaf... Muhabbetin başından beri andığınız dostlarınız artık yok. Kendinizi yalnız hissediyor musunuz?
- Artık beni kimse yalnız bırakamaz çünkü onlarla beraberim. Ne kadar onu anlatırsak o kadar kalır. Oktay Rifat’ın dediği gibi “Hatıralar da dal istiyor, kuşlar gibi konacak”. Ama evet, diğer yandan “Hayata beraber başladığımız, / Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir; / Gittikçe artıyor yalnızlığımız”.

- Siz nasıl hatırlanmak istersiniz?
- Hiç umrumda değil, ne derlerse desinler... Bakın en çabuk Türkiye’de gömerler ölüyü. Ben ölüme inanmıyorum. Belki bahar ülkesine açılan kapıdır, ölüm. Hepimiz bu kapıdan geçeceğiz. Nedir ki bu dünya? Daha bunu yanıtlayamıyoruz ki, ölümün yok oluş olduğunu nereden bileceğiz? Şamanların yaptığı gibi ölünce mezarıma iki şişe şarap, sevdiğim filmlerimi ve bitiremediğim kitaplarımı koysunlar. O yolculukta onları bitireyim. l


Aynı hayatı yeniden yaşarım

- “Bir röportajınızda ben biraz da zar atmaya inanıyorum. Kader atmış gökkubbeden zarımızı, üste ne geldiyse o olacaktır” demiştiniz. Dönüp bakınca size daha çok ne gelmiş; şeş beş, hep yek?..

- Öyle şeyler oldu ki... İsrail’de Sürü’yü seyreden iki rejisör “Arapça oynar mısın” dediler. Oynarım, dedim, Arapça bilmediğim halde. Bu da zar atmaktı. Neye güveniyorsun oysa? Ama çok çalıştım. O rolle Gümüş Ayı kazandım. Ünlü İngiliz tiyatro ve sinema yönetmeni Peter Brook, çok iyi arkadaşım Miriam Goldschmidt’le Sürü'yü izleyip “Bu adam köylüdür, oyuncu değildir” deyince Goldschmidt “Arkadaşım, İngilizcesi de iyidir” diyor. Peşime düşüyorlar. Ben o sırada cebimde 100 dolar ve ödünç parayla alınmış smokinle New Yok’tayım. Yönetmen Menahem Golan’la görüşüyorum. Berlin’e yine o 100 dolarla dönüyorum. Ne yapacağız diye düşünürken Brook’la 2.5 sene dünyayı dolaşıyorum, Muhabaratta oyunuyla. Büyük tecrübe. Çok da kazanıyorum ama Japonya’da hızlı trene binip Fuji’ye gidiyorum, en iyi lokantalarda yiyorum; Los Angeles’ta, Meksiya’ya gidip geziyorum, New york’ta 2.500 dolara ev tutuyorum. Döndüğümde yine param yok. Berlin’de tuvaleti dışarıda bir yer kiralıyorum. Bunlara bakınca aslında güzel zar atmışa benziyorum. Oscar Wilde’ın dediği gibi, “Bir kere veya iki kere zar atmak, centilmence bir oyundur. Ama utancın gizli evinde günahla oynayan kazanamaz...”

- Zar atmaya korktuğunuz olmadı mı hiç?

Hep attım ama üzüldüğüm bir şey var. Zar atan adam niye Fellini’ye gidip “Merhaba ben Tuncel Kurtiz” demedi, mesela.

- Başka pişmanlığınız var mı?

- Zor günler geçirdim, barikatlar aştım, düz duvara tırmandığım da oldu ama hâlâ yaşıyorum ve inançlıyım. O yüzden aynı hayatı yeniden aynen yaşamaya razıyım ama eğer gerekirse. Pişman olmak diye bir şey yok. Her şeyi zevkle yaptım, onları yapmasaydım bugünkü Tuncel olamazdım. Yaptık, yanlış mıydı? Aynı yanlışı bir daha yapmayalım hiç olmazsa, der geçerim. Ne bileyim. Belki o kadar çok içtiğim rakı ve sigarayla beğenilen bu sesi elde ettim... Ama... Daha sistemli olmayı isterdim. Her şey yarım. İngilizcem iyi değil. Almancam da. Yine de herkes iyi sanıyor. Almanca nerelisiniz, diyorum. Karşıdaki Berlin, deyince başlıyorum bir film için ezberlediğim Almanca repliğe. Adamlar, çok iyi Almanca bildiğime inanıyor. Oysa replikten sonrası tarzanca (gülüyor). l


Tiyatro için gücüm yok

- By-pass’tan sonra tiyatrodan uzak kaldınız. Üzüyor mu bu sizi, özlediniz mi?

- Ben zaten tiyatroda öyle bir noktaya gelmiştim ki, yüz kişiyle Şeyh Bedrettin’i yaptım. Övünmek hakkım değil ama en güzel eleştirilerimi Viyana’da aldım. Arkasından inatla başladım gene çalışmaya, 57 yaşımdaydım daha çünkü. Son Tanrıça’yı yaptım gençlerle, pek olmadı. Çünkü henüz hazır değillerdi, dans, müzik, ritim. Viyana’daki oyuncularım konservatuvar mezunuydu, bir enstrüman çalabiliyor, ritim, dans biliyorlardı. Yine de dinlediğimde müziği hoşuma gidiyor. By-pass da geldi girdi araya, zor geçti ameliyatım, yavaş yavaş yürümeyi öğrendim. Doktor, uçak seyahatlerini bile yasakladı. Buna rağmen dikkatimi dağıttım bir defa daha Ankara’da, Siyah Beyaz filmini yaparken dokuz gün yoğum bakıma girdim. Ondan sonra inşallah akıllandım (gülüyor). Tiyatro büyük bir disiplindir, zor iştir. Ona girişecek gücüm yok.

- Hâlâ içinizde kalmış bir rol var mı peki?

- Yurtdışında yaşarken bir ara geldiğimde Muhsin Ertuğrul, “Galileo geldi” demişti. “Hocam imkânsız, mukavelem var” dedim ama isterdim. Çehov’un Üç Kız Kardeş’inde, Vişne Bahçesi’nde ya da Vanya Dayı’da olmak isterdim. O kadar çok şey var ki oynananacak... Artık hayallerimi yazıyorum. Yapamadıklarımı, yapamayacaklarımı, yapacaklarımı...

- Listesinin başında ne var?

- Bedrettin! Kendi projem olarak genç bir rejisörle çalışmak istiyorum. Senaryo yazdım 4-5 tane, arkadaşlarım da yazdı. Ama memnun değilim. Ben beğenmedikten sonra yapmam ama işaretler güzel. Bakalım, bu yaz bir grupla çalışacağım. Bir de Tolstoy’un Kreutzer Sonatı var. Zamanımız yetecek mi, imkânımız oluşacak mı? Bilmiyorum.

- Bunca birikimi gençlere de aktarmayı, mesela bir tiyatro okulu açmayı düşünmediniz mi?

- Düşündüm ama vazgeçtim. Onun yerine bu anlattıklarımı yaptım. Ama yurtdışında ders vererek geçindim bir dönem. Hatta bir kızın parası yoktu, manavda çalışıyormuş, bana portakal, muz getirirdi. Sonra çok iyi oyuncu oldu. 


Evet, ben bir sosyalistim

Uslanmaz bir muhalif Kurtiz, kendine bile. Öyle ki Fenerli olmasına rağmen Beşiktaş Çarşı Grubu’nu destekliyor çünkü “Çarşı herkese karşı”! Adil bir düzenin ancak sosyalizmle olacağına inanıyor ama tabii birey de var olabilirse, aksi halde “sadece bir adamın yumruğu” olunacağını biliyor. Evet, o bir komünist, hem de yıllardır ve de “hâlâ”! Nasıl olmasın ki? “500 senedir kapitalizmle dünyanın nereye geldiği ortada. Bir milyar insan açlıktan ölüyor. Yalnız Irak'ta bir milyondan fazla insan öldürüldü. Devlet anamızın sütü hep bir tarafa akıyor”.

Beni kadınlar büyüttü

Umut filmiyle Cannes’da dört sene kaldığımda, cebimdeki para bitti, İsviçre’deki sevgilim bana el bebe gül bebe baktı. Bana bakan kadınlar sağ olsunlar, var olsunlar. Beni onlar büyüttü biraz da. Onlar olmasa zordu işim. Sonra Türkiye’ye döndüm. Bir süre çalıştıktan sonra Bahiya’ya komünist yazar Jarge Amado’nun yanına gidecektim ki, karıma rastladım. Hemen âşık oldum. İstanbul’da kaldım. İyi ki âşık olmuşum, yaşıyorum çünkü, orada çoktan ölürdüm. Menend bana çok iyi baktı, bakıyor. Yaşatmaya çalışıyor beni.

Kaz Dağı’ndaki hayatımızı çok seviyorum. Güzel bir kütüphanem var. Haftada en az dört film izliyor, yeni filmleri takip ediyorum. Her sabah en az iki saat yürüyorum. Yüzüyorum. Yazmaya çalışıyorum. Bahçede karıma yardım ediyorum. Lavantalar var her tarafta. Köpeğimiz, tavuklarımız var. Dağa tırmanıyorum. Onu da altın aramalarıyla yok edecekler. Beş bin yıldır biliniyor bu dağda altın olduğu, kimse aramaya kalkmadı çünkü üstü altın; bütün Avrupa Kazdağı’ndaki bitki örtüsü zenginliğine sahip değil. (Fotoğraf: Cumhuriyet / VEDAT ARIK)

 

Tuesday, November 20, 2012

Öyküde farklı bir dil: Hasan Özkılıç

 

FUNDA KARAKAYA / Taraf cumartesi - Istanbul 

Gönlümün Şirazesi Bozuldu’ adlı kitabıyla Haldun Taner Öykü Ödülü alan Hasan Özkılıç’la edebiyat üzerine konuştuk.
Bu yıl Haldun Taner Öykü Ödülü, Gönlümün Şirazesi Bozuldu adlı kitabıyla Hasan Özkılıç’a verildi. Doğan Hızlan’ın başkanlığında, Sibel Türker’in yazmanlığında Doç. Dr. Füsun Akatlı, Prof. Dr. Nüket Esen, Semih Gümüş, Prof. Dr. Şara Sayın, Demet Taner ve Prof. Dr. Tahsin Yücel’den oluşan Seçiciler Kurulu, yaptığı açıklamada, Özkılıç’a ödülün, Gönlümün Şirazesi Bozuldu adlı kitapta “öykücülüğün yeni bir düzeyini göstermesi, dilini gitgide yetkinleştirmesi ve Doğu’nun hikâyesini özenli, abartısız ve kendine özgü ayrıntılarla anlatması” nedeniyle verildiği belirtilmişti. Bizde hasan Özkılıç’la kendi öyküleri, son dönemde sinemacıların ilgisini çekmesi ve genel olarak edebiyat üzerine söyleştik.
Ben önce kısaca kendinizi tanıtmanızı isteyeceğim.

Iğdır’da doğdum. Çok farklı bir toprağı, doğası iklimi olan bir yer. Kuzeydoğu’da, Kars, Iğdır, Aras nehriyle Ermenistan’a, Azerbaycan’a sınırı olan, öbür tarafta Ağrı Dağı’yla hemen dibinde İran’a sınırı olan bir yer. Bu halkların, kültürlerin iç içe geçtiği bir yer... Türkler,Kürtler, Ermeniler, Malakanlar...

Malakanlar?
Malakanlar ilginçtir. Rusya’nın çarlık döneminde sürgüne gönderilmiş, o bölgeye yerleşmişler. Çok kendine özgü, kendi dili, kültürü olan bir halk... O bölgede beraber yaşamış herkes cumhuriyet sonrasına kadar. Sonra yavaş yavaş gitmişler. Sonra işte belli bir dönem var. İnsanların kendi kimliklerini rahatça söyleyemediği zamanlar, baskıcı dönemler, 30lar, 40lar, 50lerde, gidenlerden sonra kalanlar, kimliklerini gizlemişler. Erkan Karagöz diye bir arkadaş onların belgeselini çekti Kars’ta. Orada daha ayrıntılı işleniyor. Geçenlerde gerçekleşen Safranbolu’daki Film Festivali’nde ödül aldı. Yani öyle bir coğrafya ki, Kürt, Ermeni, Azeri, Türk, Malakan gibi halkların hepsini bir araya getirmiş bir coğrafya...

Bu durum öykülerinize de yansıyor aslında...
E tabi şimdi bu halkların masalları var, öyküleri var, şiirleri var, kendileri var, folklörü var. Her şeyi var. Bizi çok etkileyen bir şey vardı tabii... Düşünsenize iki adım ötenizde Ekim Devrimi olmuş. Ekim Devrimi olduğunda Aras’ın öbür tarafında, Sovyetler’de yine bu halkların hepsi var. Sizin bir adım ötenizde başka bir dünya var. O dünya sanayiyi, teknolojiyi gözünüzün önünde öyle geliştiriyor ve bir noktaya taşıyor ki görüyorsunuz bunları. Oradan bu tarafa gelenler var. Gelenlere bakıyorsunuz, eski kuşak insanlar, babanızın yaşında, çok şey yaşayıp görmüşler.

Biraz da çocukluğunuzda ailenizde, hikâye anlatmaya, annede türkü söylemeye, halk müziğine karşı bir ilgi var ama hayat sizi bu kültürün içerisinden daha orta son sınıftayken alıyor, 60ların sonunda, bir işçi göçüyle getiriyor ve batıda bir kasabaya koyuyor. Birden çok başka bir dünya... Bugünkü gibi değil ki... Televizyonlar yok... Şimdi ki çocuklar, gençler biliyor tabiî ki, batıyı görüyor. Bu dünyadan bir biçimiyle haberi var. Ama sizin radyodan başka dinlediğiniz bir şey yok, görsel olarak bir şey yok, romanlarda okumuşsanız okumuşsunuz. Böyle bir dünya hiç tanımıyorsunuz bir çocuk olarak. Peki, gelip ne yapıyorsunuz, anneniz tuğla fabrikasında işçi, babanız, kardeşiniz ablanız hepsi işçi... Siz tatilde ve pazar günleri tuğla fabrikasında işçilik yapıyorsunuz. Ama işte o anne çok inat, ne olursa olsun oğlum okuyacak demiş.

70’lere doğru geldiğinizde birden ülkeye başka bir şeyler olmaya başlıyor. Siyasi mücadele, işçiler bir yerde sendikalaşıyorlar, işçilerin sendikalaştığı, eylem yaptığı fabrikada çalışıyorsunuz. Öykülerini yazıyorsunuz, çıkıyorsunuz fabrikanın önünde bildiri dağıtıyorsunuz. Ait olduğunuz siyasi yapının aynı işçilere bildirisini dağıtıyorsunuz. Çalışıyorsunuz, okuyorsunuz, doğudan geliyorsunuz ve bu siyasi mücadelenin içinde yoğrulmaya başlıyorsunuz. Ama yine bir şanstır ki, bulunduğumuz kasaba, Manisa’nın Turgutlu ilçesi, geçmişi çok farklı olan bir yerdir. Edebiyat dergileri çok satılırdı. 300 tane Yansıma satılıyordu... Böylesine okuyan bir yerdi.
Şimdiki oralar, oralar değil tabiî ki... İşçi kahveleri vardı. Her taraftan işçiler gelir, gece yarılarına kadar siyasi meseleler tartışılırdı. Böyle bir ortamda şekilleniyorsunuz. Bir de böyle bir ortamda edebiyat öğretmeniniz var. Edebiyat dersini yarım saat yapıyor, geri kalan vakitlerde edebiyat dergileri okuyorduk, modern edebiyat konuşuyorduk. Şiir yazardı aynı zamanda, denemeleri yayınlanırdı. Başka şiir yazan arkadaşlar vardı, onlarla birlikte bir edebiyat ortamı oluşuyor. Onlarla birlikte gece gündüz edebiyat tartışıyorsunuz ve yazmaya başlıyorsunuz. O sınıftaki o hareket, o sınıftaki o edebiyatın, sanatın yoğunluğu herkesi bir yerlere itiyor. Biri öykü yazıyor, biri şiir yazıyor, biri roman yazıyor... Ortak bir heyecanın parçası oluyorsunuz...

Lisede mi yazmaya başladınız?
Evet, lise son sınıf ve sonrasında...

Yine öykü şeklinde mi?
Evet, öykü yine... 1974’te Demokrat İzmir gazetesinin sanat sayfasında yayınlanıyordu öykülerim... Demokrat İzmir gazetesi sanat sayfasının başında önceleri Atilla İlhan vardı. Beş-altı sene bu böyle gitti. Bölgesel ama çok demokrat bir gazeteydi. Haftada bir gün, bir sayfayı, öykülere, denemelere, şiirlere ayırırlardı. Diğer günlerde de vardı elbette ama çarşamba günleri bütün sayfayı ayırıyorlardı. Bende yolluyordum öykülerimi gazeteye. Fabrikadan öğlenleri çıkıp hemen gazeteye bakardım çıkmış mı diye... Sonra bir gün baktım yayınlanmış olduğunu gördüm. Çok hoşuma gitti, çok güzel bir duyguydu...

Sonra İzmir süreci başladı?
Evet, sonra üniversiteye geldim İzmir’e. İktisat okudum. Üniversite döneminde de yazdım. Çıkış diye bir edebiyat dergisi çıkıyordu, Vicdan filminin öyküsü ilk orda yayınlanmıştı. Bizim de emeğimiz geçmişti derginin çıkarılmasında ayrıca. Agora dergisi süreci var İzmir’de yine...

Hayatınızda bir dönem noktası niteliğinde değil mi?
Agora dergisinden önce Evrensel Kültür Merkezi süreci var. Orada yöneticilik yapıyordum. O merkezin benim hayatımda çok önemli bir yeri var. O süreçte yeniden yayınlanmaya başladı dergiler. Adam öykü, Evrensel Kültür, Gerçek Sanat gibi dergiler yeniden akmaya başladı. İlk kitabım 98’de basıldı. 88 diye yanlış bir bilgi var ama doğrusu 98’dir.

12 Eylül sonrası uzun dönem bir boşluk var. 80 sonrası edebiyat dergileri yoktu artık. Birkaç tane vardı ama gönderdiğim öykülerde yayınlanmadı. Ama oturup çalışıyordum, yazıyordum.

Öykü yazmaya başlamanız 70li yıllara dayanıyor ama ilk kitabınızın çıkması 90 sonları. Bu sık sık kitap çıkarmaktansa bir şeyleri biriktirip yazmaya başlamanızdan mı kaynaklanıyor yoksa bir şekilde süreç mi öyle gerektirdi?
70 öncesi kitap yayınlamak çok daha zor. O zamanlar dergiler çok önemliydi. Dergilerde yayınlamak, orada pişmek daha önemliydi. Yani dergilerde yayınlanmadan kitap çıkarmak bize göre değildi. 70’ten 82-83’lere kadar dergiler var. Onun sonrasında bir ara dönem, boşluk var. 90’ların başında yeniden yoğun yazmak var. Yeni dergiler çıkmaya başladı. Edebiyat dergilerinde, kültür sanat dergilerinde yazmak, yetkin olmak var. Acele etmemek... Bu iş böyle olmuyor... Edebiyat dünyasında, bizde ve dünyada, yüzlerce yazara baktığınızda, ilk kitaplarını aceleye getirdikleri için pişman olmuştur. Bende şöyle bir şey var, olacaksa en iyisi olsun. Olgunlaşmak önemliydi benim için. Bu yüzden ilk kitabım 98’de çıktı. Ardından 2000’de Agora dergisi var. Çok önemli bir süreç. İzmir’den çıkıp, yayın dağıtım ağıyla dağıtılan bir dergiydi. Sekiz yazar arkadaşla birlikte yürütmüştük aslında. Derginin sahibi bendim, fikir de benden çıkmıştı, onlarda destek olmuştu. 45 sayı çıkardık. Bir ara 80 sayfaya kadar çıktı dergi sayfaları.

Son kitabınız olan ve aynı zamanda Haldun Taner ödülünü de alan kitabınız Gönlümün Şirazesi Bozuldu’da her öyküyü bir türküden yola çıkarak yazmışsınız. Bu fikir nasıl gelişti?
Arkadaş sohbetlerinde kimi hikâyeler vardı bende kalmış, ya da başkasından duyduğum dinlediğim küçük hikayeler... Sohbetlerde kendiliğinden gelişiyordu tabii... Kime anlatsam herkes yaz diyordu. O sırada başka şeyler yazıyordum diğer kitaplar için ve bu bahsettiklerim için de bir gün mutlaka yazarım diyordum. Ama işte o TRT arşivinden derlenmiş Güldeste adlı, bozlakların, uzun havaların olduğu 3 cd lik albümü dinlediğimde çok duygulandım. Sözünü ettiğim dönemlere götürdü beni. Mesela Nalbant türküsünü dinlediğimde, bu nalbant hikâyesi nasıl olur bunu düşündüm. Bu uzun havanın duygusuna, tınısına, içeriğine, imgesine yakın bir şeyler düşündüm. Bu dizelerle büyümüş biri olsun dedim... Yaşadığım şeylerde var, gördüğüm, gözlemlediğim şeylerde...
Genel olarak öykülerinizde, doğdunuz yer olan Iğdır, Kars ve buna bağlı olarak o kır hayatını sürekli görmek mümkün. Bur tabi oralardan çok etkilendiğiniz ve bunun hala sürdüğü anlamına da geliyor.

Öykülerinizde gerçekten sizin yaşadığınız şeylerden mi besleniyorsunuz, gözlemledikleriniz mi yoksa bir karışımı mı?
Öyküleriniz çünkü çok insana dair, içten, dokunaklı...
Her yazarın yazdığında kendi yaşamından izler vardır. Ama tabi burada kurgu çok önemli. Yani kurgulamayı beceremezseniz, sadece yaşadıklarınızla var olmaya çalışırsanız o bir yerde biter. Önemli olan kurgu. Değiştirmek, başka bir şeye dönüştürmek, bozup yeniden yapmak... E bu birikimi, bu emeğin, yeteneğin yanında bunu da gerektiriyor. Şuradan kalkıp bu anın öyküsünü yazarım mesela. Öyle bir yazarım ki mesela, siz okuduğunuzda dersiniz ki biz böyle yaşamadık ki... Mesela Vicdan filmine uyarlanan öykü Güzel Günler İçin, 70’li yıllarda dergide yayınlanmıştı söylediğim gibi... Sonra onu değiştirip Orada Yollarda kitabına koydum... Bu kitapta da bunlar türkülerin hikâyeleri değil tabii ki... Tabi ki geçmişte yaşadığınız bir şeyler geçer gözünüzün önünden... İsim kullanırsınız, kahramanları şekillendirirsiniz.

Karakterlerde geçmiş yaşamın ilerini hep görüyoruz...
İnsanda böyle bir şey... İnsan geçmişinden bir şeyleri süzüp getiriyor. Tamamını getirmiyor. Bugün yaşadıklarınız bir süre sonra başka bir şey oluyor, dönüşüyor. Süzülenler, iz bırakanlar, sizi etkileyenler, hayatınızda önemli kırılma noktaları, var olmanızın başka nedenleri... Sadece sizin mi, çevrenizde en yakınınızdan başlayarak herkesi şekillendiren o geçmiştir. O geçmişin içerisinde bunlar önemlidir.

Vicdan’ı izlediniz, biraz ondan bahsedelim. İki hikayenizden uyarlandı değil mi?
Aslında üç öyküydü. Gönlümün Şirazesi Bozuldu’dan Kelkit’in Altı Paklar, Kuş Boranı’ndan Bir Yanı Yaralı ve asıl ana hikâyeyi oluşturan Orada Yollarda’dan Güzel Günler İçin... Üçü de çekildi ama bir takım sebeplerden herhalde, kurguda ilk söylediğim öykü çıkarıldı... Çıkarılmasa daha iyi olurdu tabi. Bir Yanı Yaralı da daha arka planda... Ana hikâye Güzel Günler İçin... Bir kısmını da değiştirmiş tabiî ki yönetmen, benim bıraktığım yerde o karakteri pavyona götürmüş. Tabi bunu da konuştuk, zaten öyküde de olsa böyle olurdu, hayatta da böyle...

Kendi öykünüzü perdede görmek nasıl bir duygu?
Yani şöyle düşünüyorum. Hiçbir yazarın öyküsünü ya da romanını sinemada görüp çıktıktan sonra tamam ya öykü tamamen burada var diyeceğini sanmıyorum. Sinema başka bir şey. Yönetmen başka türlü çalışıyor. Sinemayla hikâye anlatmak ile yazarak hikâye anlatmak arasında çok fark var. Yazar sözcük kullanıyor. Aracı sözcükler ama yönetmen kare çekiyor. Görüntü, gösteriyor yani, o derinliği yakalamak çok zor tabi ki...

Yine sinemadan gidecek olursak, Sonbahar filminin yönetmeni Özcan Alper’de Şerul’da Beklemek kitabınızdan Adı Kargalarda Saklı adlı öyküyü kısa filme çekti. ... Avrupa Gezici Festivali’nde geçen sene Kars öyküleri yarışması düzenledi ve o yarışmada beş öykü seçilerek beş kısa filmleri çekildi. Birleştirilip uzun metraj halinde gösterilecek.
Evet, Özcan kendi filmini Sonbahar’ı çektiği için geçen sene Kars’taki festivale de gelememişti. Kısa filmi sonrasında çekmişti. O kısa filmi çok merak ediyorum. İçeriği daha iyi anlatmış olabilir diye düşünüyorum.

Peki, mesela sinema alanında, sinema ve eleştirisi arasında bir kopukluk vardır. Çokta birbirlerini beslemezler. Bu edebiyat için de geçerli bir durum mu? Genel olarak Türkiye’de edebiyat eleştirisini nasıl buluyorsunuz?
Çok doğru, bu çok tartışılan bir şey. Fethi Naci, Mehmet Erdoğan gibi ölmez isimler var tabiî ki... Ama gerçek anlamda eleştiri çok zayıf bizde... Kitap tanıtımıyla, eleştiri birbirine çok karışmış durumda... Tabii çok zor bir şey eleştiri, birikim gerektiriyor. Hem de eleştiri süzgecinden geçirmek gerekiyor. Kitap tanıtımıyla eleştirinin ayırdında olmak gerekiyor. Asım Bezirci var mesela, hayatını eleştiriye başka türlü vermişti, müthişti. Mehmet Erdoğan, şiirde ve şiir eleştirisinde çok önemliydi. Mehmet Fuat bir deryaydı. Napıyorsunuz, ne oluyor diye seslenirdi. Öykünün, 90’lardan sonra canlı olmasında Mehmet Fuat’ın çok önemli bir rolü var. Yeni dönemden de Semih Gümüş, Ömer Türkeş ve şu an aklıma gelmeyen daha bir çok isim var tabiî ki. Üniversitelere baktığınızda ise, orası da başka bir dünya, onlarda çok akademik boyutta bakıyorlar eleştiriye.

Siz hiç Agora döneminde eleştiri yazdınız mı?
Eleştiri denilemezdi tabiî ki. Dergide Agora gündemi diye bir sayfa vardı. Ülke gündemiyle ilgili daha çok yazıyordum o sayfada. Söyleşiler yapıyordum yazarlarla. Kendi öykülerimi pek yayınlamıyordum dergide. Daha çok başka arkadaşların öykülerine yer veriyorduk. İki yıl Agora Öykü Ödülü verdik. Daha sonra kapandı dergi.

Neden kapandı? Yalnız mı kaldınız?
O da vardı, bir de kapatmak demiyorum ben ona, dondu. Kendini tekrar etmeye başlamıştı. O noktada artık değişmiyor. Ne yaparsanız yapın olmuyor. Bitmesi gereken bir zamandı.
Ben yine öykülerinize dönmek istiyorum. Genel olarak gördüğüm, doğayla insanın haleti ruhiyesi ahenk içinde akıp gidiyor ve yaşamadığımız yerler ve yaşamadığımız durumlar bile olsa, o dünyanın içine giriveriyor insan...

Doğrudur, bazı şeyler gerçekten benim duygusal yapımla, kimliğimle, yaşadıklarımla, hayata bakışımla ilgili...
Karakterler de çok hayatın içinden ve sizin de aslında böyle yaşadığınız fark ediliyor hemen...

Evet, ben de böyle yaşıyorum. Ben rahatsızım, ben dünya karşısında duyarsız olamıyorum. Olamamanın ötesinde hasta oluyorum, sinirlerim bozuluyor, hassas bir yapım var. Dünya çok kötü bir yere geldi. Ben hiçbir yazar veya aydının yani gerçek anlamda böyle olanların hiçbirinin huzurlu falan olacağına inanmıyorum. Bu dünyada bu olmaz. Doğanın bozulmasından, insanın bozulmasından, insana yapılan zulümden rahatsızlık duyuyorum. Haldun Taner’in bir lafı var, “Toplum meseleleriyle ilgilenmeyen edebiyat, eksik, güdük bir edebiyattır. Batıda yazar aynı zamanda çevresinin en ileri düşünürüdür. Fildişi kulesine dikilmiş sanatçı tipi modası geçmiş bir aşk yazar” diyor. Yine bir keresinde sokak ve edebiyat başlıklı bir söyleşi yapıyorduk. İki kişiydik. Diğer arkadaş diyor ki “Sokak beni ilgilendirmiyor, ben kapanırım odama yazarım, dışarısı beni ilgilendirmiyor, ben yazarım okur da okur...”

Bu aslında yaygın da bir şey bir kısım entelektüel çevrelerde...
Var işte bu çok yaygın... Bunu irdelemek çok önemli... Ben yazarım, başkaları da okur diye düşünülüyor. Tamam da aydınsın aynı zamanda, insansın, düşünensin. Orhan Pamuk yazdığının müzesini kuruyor mesela...

Kitabın içinde de müzenin giriş kartı var...
Hayata öyle bakıyor. Somut yani. Ben bunları bunları yaptım diyor. Tartışılır tabi ki, ayrı o durum...

Kitabı okudunuz mu?
Okumadım daha. Sakinlesin ortalık. Ben bekliyorum. Yani üzerine yazılsın, okunsun, sonra okuyacağım. Bu yöntemi seviyorum. Mesela Jose Saramago’nun Körlük kitabını yeni okudum. Görmek çıktı, onu daha okumadım. Körlük’ü okumadan onu okumak istemedim. Klasikler tabiî ki başka ama yenileri okumak için zaman geçmesini bekliyorum ben.

Öykülerinizde köy yaşantısı var ama değişimi de anlatıyorsunuz aslında. Orada ki kapalı tarafı değil de daha açık olan tarafı anlatan hikâyeler kuruyorsunuz...
Ben kendi köyüme gittiğimde üç tane internet kafe açılmıştı. Köy artık bizim bildiğimiz köy değil. Eğitim oranı da çok yüksek, dünyaya da bakışları çok farklı... Ayrıca dili de öyle kullanıyorum. Biliyorum ki kullandığım dil, batıda da çok rahat duyulabilir. O dil, orayı çok iyi anlatıyor.

Öykülerinizdeki karakterler çok derinlikli. Sanki yakından tanıyor gibisiniz. Buna bağlı olarak yazarken çok çalıştığınızı söyleyebilir miyiz?
Evet doğrudur. Çok çalışırım. Yani okuyucuya geçsin, karakter ruh yapısıyla, kişiliğiyle, kimliğiyle, dünyasıyla her şeyiyle geçsin diye uğraşıyorum tabi ki... Uğraşmadan hiçbir şey olmaz. Bir yanıyla tanıdığım insanlardan da izler var tabiî ki...

Şu an yazıyor olduğunuz bir kitap var mı?
Aslında iki tane proje var şu an üzerinde çalıştığım. Birisine daha çok ağırlık verdim. Bu çalışma doğrultusunda doğuya bir gezi planlamayı da düşünüyorum.

Saturday, November 17, 2012

Sevan Nişanyan/Siyaset ve Tarih Yazıları

Nereden çıktı bu kitap?
Dinine ve ailesine bağlı, başörtülü bir arkadaşım var. Bir tür uzaktan uzağa platonik aşkla altı senedir yazışırız. Onun zoruyla yazdım kitabı. Ben durmadan dürtüklüyorum onu, dünyada bunca yaşam ihtimali varken tek bir yola kapanıp kalmak doğru mudur diye. O ise hem gıpta ediyor anlattıklarıma, hem de ısrarla, o hikâyelerin altındaki ortak ahlaki anlayışı gözüme sokmaya çalışıyor. Bu hikâyelerde anlatmaya değer bir şey olduğuna o ikna etti beni. Mutlaka yayınlamamı istedi, başımın etini yedi. Sonunda kandım. Ne yazık ki adını söyleyip açıkça teşekkür edemiyorum kendisine. Oysa çok emeği vardır otobiyografimde.

Yani kitabın temelinde bir din ve ahlak tartışması var diyorsunuz?
Zannederim vardır. Ama öyle sıkıcı bir hesaplaşma değil, endişeniz olmasın. Meseller yoluyla anlatılmış bir tartışmadır. Çoğu da eğlenceli, maceralı hikâyelerdir.

Otobiyografinize ismini veren “Aslanlı Yol” için, “Yol boyu aslanlar sıralıydı ve onlara hesap vermeden eve ulaşmak imkânsızdı” diyorsunuz. Hayat hikâyenizi özetliyor mu?
Evet. Sanırım en veciz özeti bu. Hayat boyu karşılaştığın herkes seni bir kimliğe, bir kisveye, bir kişiliğe hapsetmeye çalışıyor. Öylesini daha güvenli sayıyor. Kolejlisin sen, kolejli ol. Solcusun, solcu ol. Akademiksin, akademik ol. Ermenisin, Ermeni ol. Aile babasısın, aile babası ol. Turizmcisin, turizmci ol. Liberalsin, liberal ol…. Kandın mı öldün, ruhunu kaptırdın demektir. İçini yiyip bitirirler, geriye kuru kabuğun kalır. İşte o tuzağa düşmemeye gayret ettim bunca yıldan beri. Ne kadar başardım o ayrı mevzu, ama teslim olmadım bildiğim kadarıyla.

Ömer Laçiner hakkındaki yazınızda, Marksist bazı arkadaşlarınızın 12 Eylül'de zihinsel evrimlerinin durduğunu söylüyorsunuz. Sizinki durmadıysa neden durmadı?
İnsanın kendi geçmişine esir olması, en tehlikeli esaretlerinden biri. 12 Eylül döneminde yaşananlar birçok kişiyi kendi geçmişine mahkûm etti. Yenilgiyi kabul etmeme uğruna, manevi borçlar uğruna, sadakat uğruna, pek çok insan zihinsel gelişmesini 11 Eylül 1980’de dondurup kaldı. Ben şans eseri o dönemde yurt dışındaydım. O yüzden başkalarının ödediği bedelleri ödemedim. Kısmen o sayede, o ideolojik bir deli gömleğine bürünüp kalmaktan kurtuldum galiba.

Tunceli’de ölümle yüzyüze gelmenizi anlatıyorsunuz. Sonra Isparta’da, Abhazya’daki iç savaşta, Nemrut Dağında korucularla karşılaşmanızda, Sri Lanka’da hapse girdiğinizde, Kars’taki mayın tarlalarında ölümün nefesi ensenizden pek uzak kalmamış. Ölümle yüz yüze gelmek kendi hayatınıza ve meselelere bakışınızda nasıl bir fark yarattı?
Ölümle yüzleşmek iyi bir şey. Önceleri korksan da alışıyorsun bir yerden sonra. Hayatta kalmanı ilahi bir talih, piyangodan çıkmış ikramiye gibi görmeye başlıyorsun. İnsanları korkutan şeylerin birçoğu seni korkutmuyor; bırak korkmayı, komik bulmaya başlıyorsun, eğleniyorsun. Ölümle barışık olmak özgürleştiriyor insanı sanırım.  

"Makul" insanlar için fazla tehlikeli görünen şeylere balıklama atlamak, sıradışı olmak… İlgi çekmek için mi yapıyorsunuz bunları?
Yok canım, ilgi çekmek hoşuma pek gitmez benim. Bakmayın böyle öne çıkmama, utangacım aslında, hiç sevmem insanların gözü önünde olmayı. Belki şu var ama, insanların korkaklığını yüzlerine vurmayı seviyorum. Kısıtlı bir hayata, kısıtlı bir ufka, kısıtlı bir düşünce dünyasına kendilerini mahkûm etmeleri sinirime dokunuyor. Rahatlarını bozmak geliyor içimden. Çocukken adada yapardık öyle, kendini beğenmiş, zorba meşrepli komşuların camına taş filan atardık, televizyon kablosuna iğne sokardık, çok zevk alırdık bundan. Hâlâ alıyorum o zevki.

Herhangi bir dalda sabit kalacak bir kariyer yapmamış olmanın hayatınıza kattığı bir esneklik var mı yoksa esnekliğiniz yüzünden sabit bir meslek erbabı olamadığınız söylenebilir mi? Yeni bir kartvizit bastırmak isteseniz neyi eklerseniz?
Eskiden bastırdığım her kartvizitin birkaç hafta geçmeden battal olmasından şikâyetçiydim hep. Otelci diye kart bastırıyorsun, haftasına seni dilbilim kongresine konuşmaya çağırıyorlar. Frankfurt Kitap Fuarı için kart bastırıyorsun, Urfa’da tanıştığın turizmci “la havle” deyip yüzüne bakıyor. Yirmi sene oldu, artık kart bastırmıyorum. Böylesi daha iyi, daha bir “ben” oldum galiba.

Gerçi herhangi bir sahada daha sistemli ve esaslı bir şekilde derinleşebilmeyi de isterdim aslında. Sözlük mü yazacaksın? Kırk sene kütüphaneden çıkmaman lazım o işi hakkıyla yapabilmek için. Otelci mi olacaksın? Hilton amca gibi, bir otelle başlayıp bütün dünyayı ele geçirmen lazım “o iş öyle değil böyle yapılır” diyebilmek için. Ama heyhat, hayat bir tane ve tek bir meslekle heba edilemeyecek kadar kıymetli.

Önsözde “olamadığın hayatların hikâyesi” diyorsunuz ama hayatınız diğer birçok anlattığınız hayattan çok daha ilginç. İstediğiniz bir hayatı yaşayamadığınızı mı düşünüyorsunuz?
Belki de maymun iştahlıyım, her şeyi birden istiyorum. Hem öyle olayım hem böyle. Hem aydın hem iş adamı. Hem mazbut aile babası hem zampara. Hem köylü hem şehirli. Hem Ermeni hem Türk hem dünya insanı. Hepsini isteyince hiçbirini tam olamıyorsun elbette, hep “diğeri” şıkkında kalıyorsun. O anlamda “olamadığım” hayatların sayısı neredeyse sonsuz, say say bitmez.

Azerbaycan’da Ermeni katliamından yargılanan adamın evine gece yatısına gitmişsiniz. Hırvatistan’da Sırp milisleri ziyaretiniz öyle. İran’a bisikletle gidişiniz de bir bakıma öyle. Kamusal yüz olarak sizden nefret edenlerle temas ettiğinizde nasıl her seferinde uzun sofra muhabbeti, yatılı misafirlik kıvamını tutturabiliyorsunuz? 
Yüreğini aç insanlara. Şaşmaz kuraldır: onlar da açar. Bir kisve veya kimlikle gitme onlara, seni kafalarındaki bir şablona oturtamasınlar. Savunmayı bırak, gardını indir. Vurmaya niyetli bile olsalar vazgeçerler, vurmazlar.

Senelerce kapısının kilidi olmayan bir evde oturdum. Dünyanın neresinde olursam olayım arabamı kilitlemem, anahtarı da üstünde bırakırım, ister gece, ister gündüz. Sağlık sigortam yok, hiçbir zaman olmadı. İnan bana, evime hiç hırsız girmedi, arabam hiç çalınmadı, ıvır zıvır şeyler dışında doktora hiç yolum düşmedi. Kendini ne kadar az savunsan, o kadar güvende olursun.

İsa’nın meşhur sözü vardır, “yüzüne vururlarsa öbür yanağını çevir,” diye. Çoğu insan bunu yanlış anlar, bir zaaf öğretisi sanır. Hiç değildir halbuki, güç öğretisidir. Korku insana güç getirmez. Korkusuzluktur asıl güç.

Provokatör olduğunuzu düşünüyor musunuz?
Evet. Can Yücel bir keresinde bana “sen hakiki devrimcisin” demişti. “Değilim, provokatörüm,” diye cevap verdim. Yapıların, kurumların çürük yerini görüp onlara vurmakta mahirim. Ama arkamdan kalabalığı sürüklemeyi bilmiyorum. Provoke ediyorum, insanların rahatını bozuyorum. Epeyce kişiyi, yaşamlarının bir dönemecinde etkiledim, ve olumlu bir yönde etkiledim sanıyorum. Ama onlara, “gel arkamdan yürü” diyebileceğim bir yol gösteremiyorum. Çünkü yoldan gitmeyi sevmiyorum. Patikalar, bozuk satıhlar, çıkmaz arka sokaklar daha çok ilgimi çekiyor. Belki insanlara vermeyi bildiğim tek mesaj da o: yoldan dışarı çık, bak göreceksin ufkun açılacak, ne çok yer var gidebileceğin.

Şirince köyünde 2000 yıldan beri kimsenin yapmadığı bir şey yapıp kaya mezarınızı dağa oydunuz. İzmir Valisine meydan okumak için Hodri Meydan Kulesi yaptınız. Matematik Köyü var. Neden anıtlar dikiyorsunuz?
Yapılabileceğini göstermek için. İnsanların hayal gücünü ateşlemek için. Küçük değil büyük düşünmeye teşvik etmek için. Zulmü ve ruhsal tembelliği protesto etmek için. Uyuyanları uykudan uyandırmak için. Rahatsız etmek için. Camlarına taş atmak için. Kapalı ruhlarına güzellik pencereleri açmak için.


Batırılan işlerin, (belki evliliklerin de), çekilen başkaca sıkıntıların, hapisliklerin adamı adam eden şeyler olduğunu söylüyorsunuz. Daha başkaca bir yol yok mudur?
Selçuk Kapalı Cezaevindeyken ziyaretime gelen bir dostumun babasının lafıymış. Adam olmak için beş şey yapmış olmak lazım dermiş. Bir, askere gideceksin. İki, sevip ayrılacaksın. Üç, birinin yanında çalışacaksın. Dört, iş kurup batıracaksın. Beş, hapis yatacaksın. Acı çekmeden adam olunmuyor, orası kesin. İlla bu beş tanesi değil şüphesiz, ama insanı köküne kadar sarsan büyük acıları tanımadan üstündeki o zavallı kabukları dökemezsin. Kendinle yüzleşemezsin.

Dünyanın her yerini gezdim, burası gibisi yok dediğiniz yer burası mı?
Yok, hayır. Varsa azmin, cesaretin, dünyanın herhangi bir yerini de kişisel cennetin haline getirebilirsin. Şirince’nin birtakım avantajları var elbette. Güzel bir yer. Medeniyete hem yakın hem uzak. Doğu ile Batı’nın tam ortasında. Çocuk yetiştirmeye müsait bir yer, vs. Ama başka bir yer de olabilirdi şüphesiz. Hatun peşinden geldim bu köye, takıldım kaldım. Kısmet.

Devlet ve Türkiye'de devlet size ne ifade ediyor? (Lütfen 5000 kelimeyi geçmesin.)
Korku imparatorluğu. (Korkan ben değilim ama, kendileri.)

Susurluk davası sanıklarıyla hapis yatmışlığınız var. Ergenekoncuları tanırsınız, sizce özlerinde iyi çocuklar mıdır?
Bugüne dek tanıdığım herkes özünde iyi çocuktu. Öyle olmayanına hiç rastlamadım.  Kötülük dediğin şey, insanın korkudan ya da çaresizlikten sığındığı bir zırhtır. Aslanlı yolda yürürken pes edip, kendini teslim ettiği bir kimliktir. Biri gelip onu kökünden sarssa, “oğlum, o yolu bırak araziye çık bak ne güzel” diye ruhuna konuşmayı başarsa, o kötülük kisvesinin altından çıkacak olan şey, olsa olsa şaşkın ya da hayalperest bir çocuktur. Hapisteyken, Susurluk “çetesinde” yüz tane faili meçhul cinayetin faili olduğu söylenen rahmetli Oğuz Yorulmaz’la bir dostluğum oldu. Hiç kuşkum yok ki, özünde iyi bir insandı. İsteyen aksini söylesin, umurumda değil. Cezalandırılmalı mıydı? Tabii cezalandırılmalıydı. Ama bu onun değersiz bir insan olduğunu göstermez.

Şahit olduğunuz ve verdiğiniz onca savaş ve mücadelenin en hunharca olanı hangisiydi?
Feministlerle savaşım. Onlardaki hunharlık ne Kemalistlerde var, ne İslamistlerde; ne Sırplarda, ne Azerilerde. Ha, belki de zaafım var kadınlara, ondan o kadar acıtıyordur, kim bilir?

Başka çocuk düşünüyor, istiyor musunuz?
Beş çocuğum var. Her biri ayrı ayrı bana müthiş mutluluk veriyor. Yaşama azmi veriyor. Gurur veriyor. İstikrar veriyor. Onlardan daha güzel bir şey yok hayatımda. Beş değil onbeş olsa daha mutlu olurdum şüphesiz, yirmibeş daha bile iyi. Şimdi biraz yaşlandım gerçi, bu da hem anneleriyle ilgili, hem çocukların geleceğiyle ilgili bazı komplikasyonlara yol açıyor. O yüzden biraz çekimserim. Ama fırsat olsa hiç düşünmem, yine yaparım çocuk.

Friday, November 16, 2012

Ensesti oynamaktan korkmadım


Mehmet Nuri TURAN /mnturan@hurriyet.com.tr

Ensesti oynamaktan korkmadım

Arascan Dönmez, kendisini bağımsız performans sanatçısı olarak tanıtıyor.Aynı zamanda yaşam koçu olduğunu ekliyor.Ensesti anlatan ilk oyunu, ''Ağustosta Karla Dans'la'' bir hayli konuşuldu ve yazıldı.Şu aralar yeni oyunu ''Hadi Gel Domatesli Pilav Yapalım'' a yoğunlaşmış durumda. Kendisiyle, çok sevdiği ve aynı zamanda yaşadığı Cihangir'de buluşup, oyunları ve kendisi hakkında konuştuk.

İlk oyununuz Ağustosta Karla Dans bir hayli ses getirdi. Bunun  nedeni, oyunun konusunun ensest olması mı?
Ağustos’ta Karla Dans pek çok farklı disiplinden işin bir arada olduğu ortaya karışık bir sahne çalışmasıydı. Ben bağımsız bir performans sanatçısıyım, Ağustosta Karla Dans ta benim ilk performansım. Ses getirmesi ilk kez ensestin “baba-erkek çocuk” arasında gerçekleşmiş olanının sahnede “kanlı-canlı “ gösterilmesindendi. Ancak performansta vücut bulan karakter kesinlikle efemine değildi. Amerikan röpdeşambırı ile son derece sert, babadan adlığı iktidarla babaya kök söktüren bir genç erkek. Kurban psikolojisi üzerinden ilerlemiyor performans. Kararlı ve iradesine hakim bir genç erkeğin yaşadığını düşündüğü ensestin yıl dönümü olan 10 Ağustos gecesi babasını uyutarak o geceyi tekrar deşmesini gösteriyor.
/_np/4057/16284057.jpg
Performanstaki karakter çok da karar sahibi gibi değil, gelgitleri çok diyenler olmuştu?
Kararsızlık elindeki iradeyi nasıl kullanacağını bilememektir. Kararsızlar iradelerini ancak kendilerine yön gösterecek, cesaretlendirecek veya omuz verecek birilerinin eliyle ortaya koyabilirler. Performanstaki karakterin buna tahammülü yok. İradesini ve kararını final sahnesinde koyuyor ortaya. “Gecenin sonuna geldik. Şimdi sen de benim kadar savunmasızsın ama benim karakterim seninki ile aynı değil, sana senin bana yaptığınla karşılık vermeyeceğim” diyor ve ekliyor: “Bu bir intikam gecesi değil, sana bir şeyi farkettirme gecesiydi. Sadece farket istedim.”
Oyunda seyirciye bir mesajınız oldu mu?
Ben bu noktada Theodor W.Adorno'cuyum. Sanat varoluşla oluşturduğu karşıtlığı ne kadar ciddiye alırsa varoluşun ciddiyetine o kadar bürünür. Kendi yasalarına dayanarak saf bir biçimde gelişmesi için ne kadar çok emek harcarsa anlaşılabilmesi de o kadar emek gerektirir. Seyirci gereken emeği verdiyse anlamak için bu performansın varolan ya da olması varsaydırılan bir mesaj ensestten de ziyade çocukken uğradığı haksızlığın savaşını genç olduktan sonra veren bir adamın olay karşısındaki duruşunu belli etmesinin performansı olduğunu anlar. İlle de verilmeli gerek görülüyorsa bir mesaj benim ki budur.
Peki ama neden çocuk istismarı konusunu seçtiniz ilk performansta?
Önceki röportajlarımda “eğer Nüfusbilim Derneği ve Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu tarafından hazırlanan "Türkiye'de Ensest Sorununu Anlamak" adlı rapor doğru ise yarın sabah anne-baba olmak yasaklatılmalı demiştim. Saha çalışması Adana, Ankara, Diyarbakır, Erzurum, İstanbul ve Kocaeli'de gerçekleştirilen bu rapor içler acısı. Birincisi bu yüzden. İkincisi ABD istatistiklerine göre her 6 erkek ve her 4 kız çocuğundan ikisi ensestle karşı karşıya. Birinci İstanbul Çocuk Kurultayı yapıldığında divan sözcüsü seçilmiş ve sokak çocuklarının sorunlarını kürsüye taşımıştım. Daha 6.sınıftaydım. İlk kısa metrajlı filmimi Sinan Çetin'in de jürisi olduğu bir yarışmaya gönderdiğimde 16 yaşındaydım. Konusu tinerci çocuklardı ve üstün başarısı belgesi ile ilk 10'a girerek ödüllendirildim. Lise son sınıftayken yerel bir medya kuruluşunda yazdığım yazıların yüzde altmışı çocuklarla ilgiliydi. Çocuk hep önemli oldu benim için. Doğru bir çocukluk yaşayamamak belki beni buna iten, kim bilir./_np/2242/17222242.jpg
İĞFAL EDİLDİM DEMEDİM
Artık söyleyebilirsiniz, ne kadarı gerçek ne kadarı kurgu?
Evet, artık performansın Türkiye ayağı bitti. Tüm reklam ve duyuru, kamuoyu yaratma gündemde tutma taktikleri vsleri de. Şimdi derin bir nefes alıp bu soruyu gayet açık bir şekilde ve soğukkanlılıkla cevaplayabilirim. Önce şu bilinsin: Ben İstanbul Bilgi Üniversitesi Sahne ve Gösteri Sanatları Yönetimi Bölümü'nde eğitimine devam eden, yolu dünya çağında isim yapmış Mehmet Sander, Şükran Moral ve Türkiye'nin ayakta alkışladığı Ayla Algan gibi isimlerle kesişmiş bir performansçıyım. Ayrıca Associated For Coachin'e bağlı Fa Coach Academy'de yaşam koçluğu eğitimimi tamamladım. Yaşam koçu titrimle ve akademik tarafımla cevaplıyorum sorunuzu, bunun altını çizerim. Bu röportajdan sonra birileri de çıkıp “bize röportajda böyle söylemişti ama”, demesin sonra. Başından beri yarısı otobiyografik, yarısı kurgu diye yazıldı, buna ben izin verdim. “İnsan beyni gerçekle hayali ayırt edemiyor. Neresi gerçek neresi değil ben de karıştırdım” dedim, bunlar doğru. Fakat ben babam tarafından iğfal edildim demedim. Aksi takdirde bu bir üçüncü sayfa haberi olurdu ve beni konuşurduk farkındaysanız şu anda performansı konuşuyoruz.
Burada kesmek istiyorum. Bu soruya vereceğiniz cevap şu anda çok önemli. Performans bitti ve şimdi derseniz ki tamamı kurguydu…
Ne fark eder ki. Ha benim başıma gelmiş ha bir başkasının. Ha bir arkadaşım anlatmış etkilenmişim ve “yarısı benden yarısı kurgu” demişim ha tamamı benim ve kurgu hiç yok. Ben ses getiren bir iş yaptım ve ne biçim ne de içerik açısından sınıfta kaldım. Önemli olan budur. Fakat bu son röportaj Ağustosta Karla Dans ile ilgili. Partizanca konuşmayacağım neyse o. Performansın amacına hizmet etmesi için önce tek başıma bir yere kapanmam ve gözlem yapmam gerekiyordu.  Kaldığım yurttan ayrıldım. Çok sevdiğim Cihangir'de yaşamaya karar verdim, bir ev arkadaşı buldum üstesinden geldim. Marjinal barlara takıldım. Bir sürü arkadaşım oldu.  Saçlarımı karaktere benzetmek için bir yıl öncesinden platin sarısına boyattım. 110 kilodan 74'e indim, performanstaki bornoza girebilmek için. Yani performansla ben de bir şeye dönüştüm. Baştaki kişi değildim artık. Ama ben gerçekte kimdim ya da kimim? Söylüyorum…

BU PERFORMANSTA BABAMA SALDIRDIM
Hadi artık….
Babamla aramda bir cinsel birleşme olmadı. Rus asıllı yönetmen Aleksandr Sokurov'un “babası ve oğlu” isimli filmdeki gibiydi ilişkimiz. Onu severken bir başkasını sevememem ve hayatındaki kadınlar hep ön planda olduğundan “beni sevmesi için benimde mi bir kadın olmam gerekiyor?” diye sorduğumdan ergenlik dönemimde yaşadığım kafa karışıklıkları ve “ben kimim” e veremediğim cevaplar onunla aramdaki ilişkide onarılamaz tahribatlar yarattı. Bugün Eminem bir şarkısında annesine saydırmıyor mu ben de bu performansta babama saldırdım. Hak etti ya da etmedi, sorun bu değil.
Yani?
Ona herkese ve her şeye bakar gibi bakabilirim ama asla bir çocuğun babasına baktığı gibi bakamamam işte tüm mesele bu. Hiç kimse düşünmedi mi bu çocuk bu kadar ses getiren yayın organlarına ve güçlü isimlere performansını anlattı, neler dedi, ama babası onu vurmadı ya da ailesi hala yanında, başına bir iş gelmedi, oyun yasaklatılmadı diye…. Ayşe Arman röportajında  eğer ben suç duyurusunda bulunmuş gibi olduysam babamı içeri atmaları gerekirdi ya da onun peşime düşüp bana haddimi bildirmesi. Ama ses getirmek gerekiyordu ve yolu buydu. Bir sergide tüm bu röportajlar ve oyundan kesitlerle yer aldığında sürecin tamamı da bir performans olacak işte…
Başınızdan bir taciz geçmediği zaten metinde de belli ama hiç zor durumda kalmadınız mı?
Bir iki kötü dokunma ben de tüm çocuklar gibi yaşadım. Yapanın farkında olmadığından yaptığı, kafası yerinde olmadığı için uyurken gelişi güzel, rastgele yaptığı ama sadece bir dokunma. Düşünüyorum da bir dokunmadan bu performans çıktıysa, söz konusu bir ensest yaşansa dünyayı sallardım herhalde… Sanırım hala bir işin alıcısını bulmak ne kadar gerçek olduğu üzerinden ikna etmekle ilintili. İş ikinci kertede “boktan”, “fena değil” ya da “tatmin edici.”

Babanız izledi mi oyunu ?

Evet. Şunu dedi:  Ailen olarak seninle ve performansınla gurur duyuyoruz. Gerçek mi, kurgu mu diye çok üstüne gelecekler. Koçluk eğitiminle de bunun üstesinden geleceksin eminim. Performans devam ettiği sürece zorlu bir süreç seni bekliyor. Bizi de. Bazı durumlarda çevreye açıklamak güç olabilir ama aldığın eğitime ihanet edemezsin sen benden önce Joseph Beuys'un oğlusun.
''BEN TİYATROCU DEĞİLİM''
Siz de dediniz Beuys'un devamıyım diye? Bu nedir?
Ben tiyatrocu değilim. Meseleleri olan bir adamım. Çomağı sokup sonra geri çekilen cinsinden. Millet o çomağı alsın baksın, üstünde dursun, incelesin, konuşsun. Şu an da olduğu gibi. Çağdaş sanatın en hermetik sanatçısıydı Beuys. Kişiliği, ortaya koyduğu felsefe, yaptığı işler onu hala tartışmamızı sağlıyor. Tartışılmayanlarla dolu bir ülke burası, tartıştıklarımız bizi ileri götürecek.
Siz mi mesela?
Olasılıklar, hipotezler, varsayımlar… Yansımam ne olacak bilmiyorum, bakalım birlikte diyebiliyorum.
70 hafta oynadınız bu oyunu. Devamı gelecek mi yoksa bu kadar mı ?
Türkiye'nin en uzun süren performansı oldu. Benim anlaşmalarım bir yıldır. Ağustosta Karla Dans bu süreyi geçti. Karanlıktaki versiyonlarını da sayarsak 70 hafta, 75 performans oldu. Eylül'de Berlin ve New York var. Türkiye ayağı ancak üniversiteler davet ederse olabilir. Halk için gösterim kati surette yok. Başka biri performe etmek isterse onunla ilerleyebilir. Kişinin kararlığı önemli burada benim için, gerçek hisleri. Herkes bu metnin altından kalkamaz.
Toplumda tabu olarak görülen bir konuyu sahnelemekten korkmadınız mı?
70 haftadır hep aynı soru. Mevlana'nın dediği gibi eli görmeyen yazıyı kalem yazdı sanır, onlardan mı korkacaktım?
Oyun sırasında izleyicilerin tepkisi nasıldı ? Sanırım kızıp çıkanlar da olmuş.
Daha farklı daha sert tepkiler aldığınız oldu mu ?E, bu bir performans. Para verip aldığı bilet karşılığında oraya oturan kişiye patlamış mısır vermiyorsunuz. Ya da külahta dondurma. Rahatsız etmek, sinirlendirmek, duygularını altüst etmek için sarfediyorsunuz tüm eforunuzu. Varolan bir ilüzyonu değil birebir gerçeği sunuyorsunuz gözlerinin önüne. Siz yaşamış ya da yaşamamış olabilirsiniz ama o anda yaşar durumdasınız ve yaşatmak.
SOĞUKTAN ÖLMEK ÜZEREYKEN....
Nasıl bir ruh hali içinde yazdınız Ağustosta Karla Dans'ı?
Üstümde bir Kurt Cobain hırkası, açık adresini sadece benim bilebileceğim bir dağ evinde, elimde bir kutu soğuk bira soğuktan ölmek üzereyken, ya da Cihangir'deki evimin tuvaletinde duvardaki bir James Dean fotoğrafına bakıp dişlerimi fırçalarken…
James Dean'i sever misiniz, onu anlayabiliyor musunuz?
Onu sevebilmem için tanımam lazımdı ve güvenmem. Güvenmediğim birini sevemem. Anlayabilmem içinse 24 yaşında ölmem gerekir. Bu dünyanın yükünü daha fazla taşıyamayacağını düşündüğü için gittiğine inanıyorum 24'ünde ölenlerin. Dean da onlardan biriydi.
“Ağustosta Karla Dans” biter bitmez yeni performansınız başladı. Yeni performansınızı tanıyalım biraz.
Ağustosta Karla Dans başlayalı 8 hafta olmuştu ki ben ikinci için hazırlığa giriştim. Borderline kişilik bozukluğu olan bir karakterle ilgili bir konusu vardı. Adı "Dün Gece Ben Kimdim Doktor?" du. Ama Nedim Saban tiyatrosu üstlenmek istedi. Üzerinde düşünüyoruz hala. İkinci işim bu olacaktı ama kısmet domatesliyeymiş. Benim çalışmalarından çok etkilendiğim Rus asıllı performans sanatçısı Oleg Kulik'e bir gönderme de içeren "Hadi Gel Domatesli Pilav Yapalım" isimli ikinci single çalışmam "insan-hayvan" arasındaki ilişkiye bakıyor. Ama olduğu gibi değil hiç olmayacak gibi. "Özgürlük", "tek başınalık" ve "aşkzedelik" bu performansta seyircinin anahtar kelimeleridir.

Oyunun çıkış noktası ne oldu ? İlk oyun kadar sert bir oyun bizi bekliyor diyebilir miyiz ?

Sondan giderek cevaplayayım bu soruyu. İlk oyundan daha sert diyerek amacım daha fazla seyirci çekmek olacaksa hayır ama evet bu da sert bir oyun. Çünkü ben seyircisini germeyi ve izlerken yormayı seçen bir performansçıyım. Beni diğerlerinden ayıran tek şey bu. Çok yumuşak bir karakter ama bir o kadar sert ve su geçirmez. Düşünüyor sürekli, isteyip de yaptığı şeylerin onun için önemini, anlamını. Buluyor, bulamıyor ve sonunda bir karar alıyor. 14 Şubat sabahı kalkacak ve o domatesli pilavı yapacak. Daha fazla söylemeyeyim, pilavın tadı kaçmasın. Oyunun iki çıkış noktasından biri yine benim. Hayatımdaki pek çok kadını bu performansta adını verdiğim "Aslı" yüzünden kaybettim. Ve o Aslı şimdi bir performansta. İkinci çıkış noktası sanatçı Oleg Kulik ve kendisinin "Geleceğin Ailesi" isimli fotoğraf çalışması. Bu performans ona saygı duruşumdur.

Wednesday, November 14, 2012

Gazeteci kendini haber yaparsa

Gazeteciler artık haber olarak kendilerini sunuyor; aşklarını, gittikleri mekânları, yediklerini, içtiklerini, kavgalarını anlatıyorlar. Günümüzün gösteri toplumunda, onlar da sahnedeki yerlerini aldı. Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Yasemin İnceoğlu, gazetecilerin “star”laşmasının tehlikeli olduğunu söylüyor.

Haber mi gazeteciden çıkar, gazeteci mi haberden? Bu soru işin esprisi, ancak doğruluk payı da yok değil. Uzun süredir, gazetecilerin haber nesnesi olduğu bir medyayla karşı karşıyayız. Umre ziyaretlerini haberleştirenler, pozlarıyla konuşulanlar, aşklarını dökenler, yediklerini, içtiklerini anlatanlar, birbirine laf yetiştirenler… Sınırlar her geçen gün biraz daha genişliyor. Üstelik de korkutucu bir hızda! Kimi “Yeni Gazetecilik” diye tanımlıyor bunu, kimi içsel bir yöntem… İşin aslını haberin nesnesi olan, yapılan gazetecilerden öğrenelim istedik. İlk akla gelenlerin, Ertuğrul Özkök’ün, Ayşe Arman’ın, Reha Muhtar’ın, Hıncal Uluç’un, Ahmet Hakan’ın, Ayşe Özyılmazel’in peşine düştük kafamızda sorularla; sadece yazdıklarıyla değil, özel hayatlarındaki ayrıntılarla da konuşulmaktan rahatsız oluyorlar mıydı? Popülerliklerinin, gazeteciliklerinin önüne geçtiğini düşünüyorlar mıydı? Gazetecinin kendini öne çıkarması yazıya ne katıyordu? Ancak sorularımız havada kaldı. Kiminin sesini bile duyamadık, çoğu yoğundu, kimisi ise başka isimlerle aynı haberde olmak istemedi. Bir tek Ayşe Arman yanıtladı, kendini, yaptığı gazeteciliği anlattı.
Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Yasemin İnceoğlu ise gelinen süreci analiz etti.
- Aşklarını dökenler, umre ziyaretlerini haberleştirenler, atışanlar… Gazetecilerin nesnesi olduğu bir medyadan söz ediyoruz. Nasıl geldik bu hale, bunda kimin parmağı var?
Yasemin İnceoğlu: Bugünkü “gazeteci” ve “köşe yazarlığı”nın dönüşümünde muhakkak ki 1980 sonrası yaşanan depolitizasyonun ve 1983 Özal iktidarı ile Türkiye’nin etkisi altında kaldığı neo-liberal esintilerin etkisi büyük. Yükselen değerler; optimum çıkar, rantabilite, kısa yoldan köşeyi dönme edebiyatı, şöhret, haz kültürünün prim yapması olmazsa olmaz unsurlar.
- Bunlar gazeteciliği de etkiledi yani. Peki bunu nasıl değerlendirmek gerekiyor: Gazetecilik bozuldu mu yoksa popüler kültürün gazeteciliği kaçınılmazca getirdiği yer, “yeni gazetecilik” bu mu?
- Egosuna yenik düşen, hedonist, ben-merkezci, oportünist olarak niteleyebileceğimiz bir gazeteci tipi yaygınlaştı, en büyük dezavantajı kültürel sermayeden yoksun olmasıydı. Sürekli “haber olma”, “kendinden bahsetme” çabasında olan köşe yazarları furyası oldu. Seyirsel her haber çok sattı, adeta gösteri toplumu haline dönüştük. Bu arada kamuoyunu haber pazarı, pasif izleyici gibi algılama eğilimi rahatsız edici boyutlara ulaştı, “okuyucu”nun bazı değerlerine saygısızlık edildi, bu yapılırken de toplum “yeni gazeteciler” tarafından demode olarak nitelendirilen “geleneksel gazetecilik anlayışından” uzak biçimde, ince zevk, haz duyma gibi konularda eğitilmeye çalışıldı.
- Ertuğrul Özkök sık sık Abdi İpekçi, Uğur Mumcu gazeteciliğinin bittiğini, gençlerin “yeni bir gazetecilik” anlayışını kabullenmesi gerektiğini vurguluyor. Gazetecinin kendi hayatıyla haberin içinde olduğu, dolayısıyla şöhret bile olabildiği gazetecilik anlayışından söz eden çok gazeteci var…
- Öncelikle Abdi İpekçi, Uğur Mumcu gazeteciliğinin bitmesi Türk basını açısından çok üzücü, zira araştırmacı gazetecilik, kamu yararı adına ihmal, haksızlık ve yolsuzlukların ortaya çıkarılmasını sağlayan, sosyal veya politik güç, iktidar odaklarının engellemelerine karşı yapılan bir gazetecilik türü. Özkök’ün bahsettiği “Yeni Gazetecilik” türü 1973’lerde Tom Wolfe’un gazetecilik antolojisinde yer verdiği örnekler ise, bunun Türk basınında başarılı örneklerini saymak zor, yapmaya çalışılıyor ama bu örnekleri araştırmacı gazeteciliğin alternatifi olarak sunmak yanlış, zira farklı amaçlara hizmet ediyorlar.
- Mesela?
- Yeni Gazetecilik edebi tekniklerin kullanıldığı Sosyal Gerçekçi yazarlar Emile Zola ve Charles Dickens’dan esinlenilmiş bir haber yazım ve gazetecilik stili. Bilgi vermek yerine, gazeteci ilk elden olaylara tanıklık ediyor, sonra okuyucu için yeniden olayı canlandırıyor, adeta “toplumsal otopsi” yapıyor.
- Bizde bu durum daha çok gazetecinin kendini öne çıkarmasıyla sonlanıyor. Peki bu, toplumsal algıyı nasıl etkiler, sizce?
- Yazar okuyucu için “dünyaya açılan bir pencere” olmalıyken, vitrinin baş köşesine yerleşiyor, haber malzemesi oluyor, adeta “star”laşan gazetecilerden bahsediyoruz burada, bence tehlikeli bir durum. Türkiye gerçeklerinden uzak bir gazetecilik yaparak ne bilgilendirebilirsiniz, ne de psikolojik kaçış sağlayıp uyutabilirsiniz. Olsa olsa hiddetlendirip, öfkelendirirsiniz.
Ayşe Özyılmazel
- Bu yurtdışında da yaşanıyor mu, yoksa Türkiye’ye özgü mü?
- 1980’lerle birlikte ABD’de hard news yerini soft news’e bıraktı, haber-eğlence, apolitik haberler, bol şiddet, kan, cinayet, seks pompalandı, bu da halk istiyor türünden saçma bir gerekçelendirme ile yapıldı. Sonuçta Althusser’in dediği gibi medya, devletin ideolojik aleti. İktidar politikalarının meşrulaştırılmasında, yeniden üretilmesinde çok başarılı bir alet olarak kullanılıyor, kendini de kullandırıyor.
- Türkiye bu bozuk dünya medyasının sadece bir parçası yani…
- Türkiye’de bir de köşe yazarı furyası var. Ulusal gazetelerde 300-400 köşe yazarı var. Ne hikmetse haftada yedi gün yazabilecek yetkinlikteler. Böyle olunca iş fıkra anlatıcılığına, anı defteri tarzındaki köşelere dönüyor. Dünyanın hiçbir yerinde yedi gün yazılmaz. Gazetecinin de toplumsal sorumluluğu olduğunu göz ardı ediyoruz.
- Bunda, gazetelerin artık bir kâr aracı olarak görülmesinin de payı var… Gazeteciden haber yapmasından ziyade, gazetenin satmasını sağlaması bekleniyor…
Holdingleşen medyalar, büyük holdinglerin medyaya girmesi, özellikle 90 sonrası hızlandı. Didaktik olacak ancak yurttaş gazeteciliği devreye sokulmalı. Amaç kamu merakını gıdıklamak değil, kamu yararını gözeten haberler yapmak olmalı. Medyaya, dördüncü kuvvet denmesi boşa değil.
- İletişim öğrencileri nasıl bir gazetecilik yapmak istiyorlar?
- Özellikle işadamı tipli gazeteciler iletişim fakültelerinden çıkan öğrencilerden memnun değil. Medyaya düşman gazeteciler yetiştirmekle suçlandık. Umutsuz değilim, zaman değişecek ve bu gençler bir yerlere gelecek. (Cumhuriyet Pazar, 04.10.2009)