“Türkiye’nin
batısında güçlü bir devrimci siyasi hareketin gelişmesine ihitiyaç var. Ancak
bugün ülkede mevcut koşullar ne kadar uygun olursa olsun, böyle bir mücadele
için gerekli cesaret ve özgüvenden yoksun, sadece mevcut düzen içi seçenekler
arasında günü kurtarmak peşindeki anlayışlarla bunu başarmak mümkün değil”
01.10.2015 10:45
HABER MERKEZİ
7 Haziran
seçimlerinin ardından koalisyon kurulamaması ülkeyi yeniden bir seçim sürecine
sürükledi. Türkiye solunun önde gelen isimlerinden BirGün yazarı Oğuzhan
Müftüoğlu ile 7 Haziran’dan önce yaptığımız söyleşide, Müftüoğlu bağımsız bir
devrimci seçenek yaratılması zorunluluğunun altını çizmiş ve seçimlerin sol
açısından bazı olumlu sonuçlar doğursa da, esaslı bir değişik sağlamayacağını
vurgulamıştı. Nitekim 7 Haziran’ın ardından AKP’nin tek başına iktidarını
kaybettiği ve görece gerilediği siyasi tabloya rağmen ülke her gün ölümlerin
yaşandığı bir savaş atmosferinin içine girdi. 1 Kasım erken seçimleri
yaklaşırken televizyonculuk deyimiyle yeniden mikrofonu Oğuzhan Müftüoğlu’na
uzattık…
Haziran’ın seçim
tavrı en doğru siyasi tavırdı
7 Haziran
seçimlerinden önce sizinle kamuoyunda çok tartışılan bir söyleşi
gerçekleştirmiştik. O günlerde “Seçimde hangi sonuç olursa olsun bu karanlık
gidişte esaslı bir değişim olacağına inanmıyorum” demiştiniz. Seçim sonuçları
sonrası nasıl bir değerlendirme yaparsınız?
7 Haziran’da HDP’nin barajı geçmesiyle AKP’nin tek başına iktidar şansını kaybetmesi elbette önemliydi. Ancak sonuçta bunun yeterli olmayacağı belliydi. Nitekim mevcut siyasi tabloda sürece müdahale edebilecek bir seçeneğin olmaması nedeniyle ülkede yaşanan karanlık gidiş açısından olumlu bir değişim olmadı.
Ortaya çıkan dört partili parlamentoda, bir yanda AKP ile MHP’den oluşan (yüzde altmışlık) bir gerici faşist blok, diğer yanda (aslında ne yanda olduklarına herhalde kendileri de karar veremeyen) CHP, bir de HDP…
7 Haziran’da HDP’nin barajı geçmesiyle AKP’nin tek başına iktidar şansını kaybetmesi elbette önemliydi. Ancak sonuçta bunun yeterli olmayacağı belliydi. Nitekim mevcut siyasi tabloda sürece müdahale edebilecek bir seçeneğin olmaması nedeniyle ülkede yaşanan karanlık gidiş açısından olumlu bir değişim olmadı.
Ortaya çıkan dört partili parlamentoda, bir yanda AKP ile MHP’den oluşan (yüzde altmışlık) bir gerici faşist blok, diğer yanda (aslında ne yanda olduklarına herhalde kendileri de karar veremeyen) CHP, bir de HDP…
Matematik
matematik deniyor ya; ister çarp, ister topla, bu dört işlemden devreye beşinci
bir faktör girmeden ülkenin geleceği açısından barış, demokrasi ve özgürlükten
yana umut besleyebileceğimiz bir sonuç çıkamaz.
Bugünkü koşullarda
bu çemberi kırabilecek bir beşinci faktör, ancak parlamento dışındaki devrimci
– toplumsal muhalefet güçlerinin birlikteliği üzerinde kurulup
geliştirilebilir. Bu yüzden devrimci bir seçim siyasetinin de buna göre
belirlenmesi, bütün yığınağın da buraya yapılması gerekir. Mevcut partiler
içinde ona oy verelim, bunu destekleyelim, tamam da, asıl işimiz ülkenin ve
halklarımızın geleceği için hayati önem taşıyan bu seçeneğin yaratılması.
Bizim bütün
söylediğimiz özetle bundan ibaretti ve bugün de ortadaki mesele özünde bundan
başka bir şey değil.
Birleşik Haziran
Hareketi’nin seçim tavrı da epey tartışıldı. “Seçimlerde net tavır almamak”,
“siyasetsizlik” diyenler oldu…
Haziran Hareketi’nin seçimlerde ‘ilerici güçlerle dayanışmayla birlikte bu düzene karşı yeni bir Türkiye kurma iradesiyle Haziran Meclislerinde örgütlenerek birleşik mücadeleyi ve direnişi büyütmeyi’ esas alan çağrısının ‘siyasetsizlik’ olarak eleştirilebilmesini doğrusu ben anlamıyorum.
Haziran Hareketi’nin seçimlerde ‘ilerici güçlerle dayanışmayla birlikte bu düzene karşı yeni bir Türkiye kurma iradesiyle Haziran Meclislerinde örgütlenerek birleşik mücadeleyi ve direnişi büyütmeyi’ esas alan çağrısının ‘siyasetsizlik’ olarak eleştirilebilmesini doğrusu ben anlamıyorum.
7 Haziran’da Nazlı
Ilıcak’tan Ahmet-Mehmet Altan’a, sol gruplardan sıradan insanlara kadar, AKP
gerilesin diye veya dayanışma adına HDP için oy kullandı; kimi ittifak
karşılığı vekillik talep ederek, kimi bir şey talep etmeden dayanışma diyerek,
kimileri destek bildirileri yayınlayarak… Arada ‘destekliyorum’ diyerek kendine
destek arayanlar da dahil, bütün bunlar reel siyasetin gerekleri içinde ne
kadar doğalsa, bana göre Haziran Hareketi’nin tavrı da, parlamento içinde
temsil edilmeyi hedeflememekle birlikte AKP’yi geriletme amacıyla ilerici
demokratik parti ve adayları desteklemek o koşullarda alınabilecek en doğru
devrimci siyasi tavırdı.
Seçimlerden sonra ortaya çıkan tablo kadar bugün ülkede yaşananlar da bu tavrın bugün için de geçerli ve güncel olduğunu ortaya koyuyor.
Seçimlerden sonra ortaya çıkan tablo kadar bugün ülkede yaşananlar da bu tavrın bugün için de geçerli ve güncel olduğunu ortaya koyuyor.
Bu tür
‘siyasetsizlik’ eleştirilerinin Türkiye’de 12 Eylül ürünü, barajlı, yasaklı,
hileli hurdalı bir seçim sistemine göre şekillenmiş liberal siyaset
anlayışlarından kaynaklandığını düşünüyorum. (Şimdi HDP barajı geçti ya, sanki
bütün mesele sadece buymuş gibi kimse barajın kaldırılmasından falan söz etmez
oldu!) Bu ortam reel siyaset açısından sadece solu değil, çok geniş toplum
kesimlerini kendi inandığı parti ve siyasetlere değil sadece temsil imkânı
bulan düzen içi belirli partilerden birini (siyasetsiz kalmama adına) seçmeye
yönlendiriyor.
Sol açısından
kendi özgücüne dayanan siyaset anlayışları yerine kendi dışındaki güç ve
partilere bağımlı/sembiyotik karakterli siyasal anlayışlarının daha çok
yaygınlaşmasının nedenlerinden biri bu.
Ben Kürt
hareketinin kazandığı büyük toplumsal destekten güç alarak Türkiye solunu
dizayn etmeye dönük müdahalelerinin de bunda önemli bir katkısının olduğunu
düşünüyorum. Belki iyi niyetle, dayanışma amacıyla yapıldığı söylenecektir ama
sonuçta bu durum sol içinde ciddi bir mücadele yürütmeden, her dönemde güçlenen
siyasi hareketlere eklemlenerek kendine destek bulmaya çalışan ‘asalak’ bir
liberal siyaset tarzını besleyen bir rol oynuyor. Zaman zaman Kürt hareketinin
içinden de seslendirilen rahatsızlıklara sebep olan bu durum ülkede devrimci
bir siyaset anlayışlarının gelişmesi açısından bozucu bir etki yapıyor. Oysa bu
gün Türkiye’nin içine sürüklendiği karanlık gidiş işin hayati bir önem taşıdığı
kadar, Kürt sorununun toplumsal barış ve rızaya dayalı gerçek bir çözümü için
de Türkiye’nin batısında güçlü bir devrimci siyasi hareketin gelişmesine
ihitiyaç var. Ancak bugün ülkede mevcut koşullar ne kadar uygun olursa olsun,
böyle bir mücadele için gerekli cesaret ve özgüvenden yoksun, sadece mevcut
düzen içi seçenekler arasında günü kurtarmak peşindeki anlayışlarla bunu başarmak
mümkün değil.
1 Kasım
seçimlerinde yapılacaklar belli…
1 Kasım’da
yapılacak seçimlerde de köklü bir değişime yol açmasa bile yine de devrimci
muhalefet açısından pozitif imkânlar yaratabilecek bir taktik olamaz mı?
1 Kasım’da nasıl bir seçim olacağını bilemiyorum.
1 Kasım’da nasıl bir seçim olacağını bilemiyorum.
Bugün Türkiye’de
AKP politikalarının sonucu Ortadoğu’da, özellikle Suriye’de yaşanan savaş
halinin etkisi altında, kısmen bir iç savaş hali var. 7 Haziran öncesinde
sahnelenen provokatif saldırıların amacının ‘Suriyelileştirme ve iç savaş’ olduğunu
söylüyorduk. Şimdi bu ihtimal en azından ülkenin bir bölümünde yaşanır durumda.
AKP’nin tepesindeki zevat, ellerindeki iktidar gücünü bırakmamak için bütün ülkeyi yakabilecek kadar gözlerini karartmış.
AKP’nin tepesindeki zevat, ellerindeki iktidar gücünü bırakmamak için bütün ülkeyi yakabilecek kadar gözlerini karartmış.
Aslında ortada
meşru bir hükümet de yok, Cumhurbaşkanı devletin idare sistemini değiştirdiğini
söylüyor ama ülkenin hangi sisteme göre yönetildiği de belli değil, bir tür
darbe hukuku geçerli durumda; parlamento çalışmıyor ama savaş yasaları
çıkarılabiliyor, hatta yürütülüyor.
Bu koşullarda
seçim yapılacak mı, yapılacaksa nasıl bir seçim olacak bilemiyorum.
Bütün bunlar
mevcut koşulların Haziran Hareketi’nin hedefleri doğrultusundaki devrimci bir
siyasi hattın ne kadar yakıcı bir güncelliğe sahip olduğunu bir kez daha
gösteriyor.
Elbette öyle veya
böyle bir seçim gündeme gelince yerine geçirilecek bir iktidar seçeneğimiz
olmadığı için çok fazla bir şey değişmeyecek de olsa, yapılabilecekler belli:
- Özellikle iktidarın muhalefet partilerine karşı uyguladığı baskı ve sindirme politikalarına, haksızlıklara karşı aktif şekilde mücadele etmek,
- Oy hırsızlıklarını önlemek için sandık güvenliğini sağlama konusunda gelişen örgütlü, örgütsüz bütün ilerici muhalif çevrelerle birlikte çalışmak,
- Ortaya çıkabilecek muhtemel bütün olumsuz sonuç ve gelişmeler karşısında direnişi, dayanışmayı ve birleşik mücadeleyi genişletmek, yaygınlaştırmak ve büyütmek için…
- Özellikle iktidarın muhalefet partilerine karşı uyguladığı baskı ve sindirme politikalarına, haksızlıklara karşı aktif şekilde mücadele etmek,
- Oy hırsızlıklarını önlemek için sandık güvenliğini sağlama konusunda gelişen örgütlü, örgütsüz bütün ilerici muhalif çevrelerle birlikte çalışmak,
- Ortaya çıkabilecek muhtemel bütün olumsuz sonuç ve gelişmeler karşısında direnişi, dayanışmayı ve birleşik mücadeleyi genişletmek, yaygınlaştırmak ve büyütmek için…
Çünkü (7
Haziran’dan önce söylediğimiz gibi) şimdi daha iyi biliyoruz.
Biz, daha iyi,
daha özgür ve eşit bir dünyada yaşamak isteyenler, bu soygun ve talan
düzeninden, hırsızlıktan,yolsuzluktan, zalimlerden, din bezirganlarından, bizi
kendi kafalarındaki bir kör karanlığın içinde boğmaya çalışanlardan kurtulmak
isteyenler, genci yaşlısı, kadını erkeği, işçisi köylüsü, aydını cahili,
mahallede, sokakta, işyerlerinde, bütün ülkede birleşip örgütlenerek mücadele
etmeden asla kazanamayız!
Barış, ‘toplumsal
uzlaşı’ olarak ele alınmalı
Kürt sorunundaki
gelişmeler son dönemlerde cok daha ciddi bir çatışma boyutuna ulaşmış durumda.
Seçimlerden sonra ülkenin bazı bölgelerinde özyönetim ilan edilmesini nasıl
değerlendiriyorsunuz.
Son dönemlerde Cizre ve Varto gibi bazı ilçelerde gündeme gelen özyönetim ilanları, Ortadoğu bütünlüğü içinde gelişen Kürt hareketinin gelişme dinamiğinin bir parçası olarak ortaya çıkan bir durum. Bu konuda ‘Demokratik Özerklik’ vb. konularındaki ideolojik tartışmaları bir yana bırakarak öncelikle şunu söylemek lazım: Bizim devrimci anlayışımıza göre bir bölgede yaşayan insanlar, dini, dili, ırkı, mezhebi ne olursa olsun, baştaki bir takım zorbaların veya birtakım emperyalist güçlerin haritalar üzerinde cetvelle çizdikleri çizgilere göre, silahlarla, toplarla, vurup kırarak, öldürerek kendilerine dayatılana göre değil, kendi özgür iradeleriyle, nasıl isterlerse öyle yaşamalı. Bu konudaki temel duruşumuz bu olmalı.
Son dönemlerde Cizre ve Varto gibi bazı ilçelerde gündeme gelen özyönetim ilanları, Ortadoğu bütünlüğü içinde gelişen Kürt hareketinin gelişme dinamiğinin bir parçası olarak ortaya çıkan bir durum. Bu konuda ‘Demokratik Özerklik’ vb. konularındaki ideolojik tartışmaları bir yana bırakarak öncelikle şunu söylemek lazım: Bizim devrimci anlayışımıza göre bir bölgede yaşayan insanlar, dini, dili, ırkı, mezhebi ne olursa olsun, baştaki bir takım zorbaların veya birtakım emperyalist güçlerin haritalar üzerinde cetvelle çizdikleri çizgilere göre, silahlarla, toplarla, vurup kırarak, öldürerek kendilerine dayatılana göre değil, kendi özgür iradeleriyle, nasıl isterlerse öyle yaşamalı. Bu konudaki temel duruşumuz bu olmalı.
Bu aşamada şimdi
barış meselesi artık AKP ile, devletle Kürt hareketi arasında (zaman zaman nice
canlara mal olan bir düelloyo dönüşen çatışmalar eşliğinde yürüyen ) bir
pazarlık ve uzlaşma meselesinden çıkarılmalı, halklar arasında gönüllü özgür
birlikteliği esas alan bir toplumsal uzlaşma konusu olarak ele alınmalı.
Devrimci mücadele
geçmişinizi anlatan ‘Bitmeyen Yolculuk’ kitabı geçen günler içinde 7’nci
baskısını yaptı. Benzer temada çok sayıda kitap da çıktı. Size yönelik
eleştiriler hakkında ne düşünüyorsunuz?
Böyle yayınların
ortaya çıkmasını olumlu görüyorum. Kuşkusuz bu tür anlatılara dayalı kitaplar öznelliğe
çok açık bir alan. İnsanlar içinde yaşadıkları olayları belki o zaman da farklı
duygular içinde yaşamış olabilir, zaman geçtikçe görüşleri ile birlikte geçmişe
bakışları da değişebilir. Özellikle çok yoğun yaşanmış ve üzerinden çok zaman
geçmiş olaylar anlatılırken o tarihten sorumluluk duyan insanların mümkün
olduğu kadar öznellikten uzak durmaya çalışırması lazım. Bu yüzden bazı
arkadaşların yaptığı gibi, ister belki ilgi çeker diye ticari amaçlarla, ister
başka kişisel kaygılarla işin uydurma hikâyeler anlatmaya dökülmesini doğru
bulmuyorum. Kitabın 7’nci baskısının sonuna eklediğimiz bir bölümde de kısaca
ifade etmeye çalıştığım gibi, arkadaşlarımın benimle ilgi görüşleri ve farklı
anlatılar konusunda herhangi bir tartışmaya girmeyeceğim.
‘Eleştiriler,
bugünkü ayrıksı duruşlarından kaynaklanıyor’
‘Bitmeyen
Yolculuk’un 7’nci baskısında kendisi ve düşünceleri hakkında eleştiriler içeren
kitaplarla ilgili yöneltilen soruya Müftüoğlu’nun verdiği yanıt şöyle:
“Daha önce de bu
tür kitaplar yayınlanmıştı, bizim kitaptan sonra biraz daha çoğaldı. Ben bunun
aslında iyi bir şey olduğunu düşünüyorum. Bizim yaşadığımız son elli yıllık
yakın geçmişe dair anı kitaplarının, anlatıların hatta hikâye ve roman
türündeki yapıtların olması, geçmiş mücadele süreçlerinin derslerinin ve
değerlerinin bugüne ve geleceğe taşınması açısından iyi bir şey.
Bu tür anlatılarda
öznellikten tümüyle kurtulmak kuşkusuz mümkün değil, herkes kendisine göre,
kendi durduğu yerden görebildiği kadar anlatacaktır. Sedat Göçmen’in, Adnan Keskin’in,
Melih’in (Pekdemir), Mehmet Yazıcı’nın, Zakir Koçak’ın, Mustafa Öztürk’ün…
Diğerlerine haksızlık olmasın, şimdi hemen aklıma gelmeyen pek çok arkadaşın
anlatıları gibi olumlu çalışmalar, örnekler var. Herhalde asıl sormak istediğin
Ali Alfatlı, Mehmet Ali (Yılmaz) ve Memduh’un (Uyan) anlatılarının yer aldığı
kitaplara gelince, doğrusunu söylemem gerekirse onları henüz okumadım, sadece
senin de sözünü ettiğin bazı ilgili bölümleri bana aktardılar. Büyük ölçüde
bugünkü ayrıksı siyasi duruşlarından kaynaklanan ve aşırı öznelciliğe kaçan
eleştirileri de fazla abartmamak lazım. Geçmişe dair eksikliklerimiz ve
hatalarımız konusundaki sorumluluğun daha çok bana ve Nasuh’a yüklenmesinin de
son derece normal olduğunu düşünüyorum . En azından benim buna bir itirazım
olmaz, olmadı. Çünkü, diğer arkadaşlar çoğunlukla çok genç ve tecrübesizdi. Adı
geçen arkadaşlar da diğer arkadaşlarla birlikte önemli görevler ve
sorumluluklar üslendiler, hareketin oluşumunda ve başarılarında önemli
katkıları oldu. Hepsi ellerinden geleni yapmaya çalıştı. Doğrusu bizler de
elimizden ne kadar geliyorsa o kadarını yapabildik. İşte, bütün teorik metinler
ve belgeler, artısıyla eksiyle her şey ortada...
Bana yönelik ‘ima
ve ihsaslara’ gelince... Doğrusu yanlışı bir yana, ister yanlış hatırlama,
ister çarpıtma ya da başka bir şey, o konularda kimseyle tartışmaya girmek
istemiyorum. Hayatlarını adadıkları bir dava uğruna onca zaman birlikte
mücadele eden insanlar zamanla ayrı yerlere düşerek birbirlerine
yabancılaştıkça, birbirlerine karşı acımasızca haksız suçlamalara
yönelebiliyorlar.
Bunların, bu büyük
ortak tarihe de kendilerine de haksızlık olduğunu düşünüyorum. Aslında içinde
kendilerinin de değer bulduğu, varoluşlarının nedeni olan –onca bedeller
ödenmiş- bir ortak tarihin kolektif müktesebatını da yaralıyorlar. Solun
genelinde de bir hayli yaygın olan ve geçmişle hesaplaşma adına epey alıcısı da
olan bu tarz, solun kendi değerlerine karşı da bir yabancılaşmadan başka bir
şey değil.
Burada bahsettiğin
söyleşilerle ilgili olarak, sadece Ali Başpınar (Butto) için bir kısa not
düşmem gerekiyor. Onunla 60’lı yılların sonlarından bu yana yarım yüzyıla yakın
bir zaman mücadele arkadaşlığım oldu.
Hayatının son
günlerinde kendisine yeterince ihtimam gösteremedik, birbirimize karşı
kırgınlıklarımız da oldu. Bahsettiğin şeyler, işte yakalandığımızda ‘öyle mi
demişim böyle mi demişim’, hiç fark etmez, belki sitemlerinde de haklı olduğu
yerler var ama ağır hastalığının son dönemlerinde onunla özensizce yapılmış bir
söyleşide yansıtılan görüntünün onun devrimci kişiliğine ve onurlu duruşuna
karşı büyük bir haksızlık olduğunu, Butto’nun bunu asla hak etmediğini
düşünüyorum.”