Bu söyleşi Ashik Kerib filminin Filmfest München’deki prömiyerinden önce, 1 Temmuz 1988 tarihinde gerçekleştirilmiştir. Parajanov bu söyleşide genelde görsel öğelerle konuşuyor. Görünen o ki “artistismus”, “patoloji”, “elektro” gibi bazı sözcükler onun için ayrı anlamlar ifade ediyor. Kendince anlam yüklediği bu kelimeleri Parajanov’un kurduğu bağlam içinde aynen kullanmayı tercih ettim.Damla Göl
Sergei, nasıl yönetmen oldunuz?
Bence
yönetmen olarak doğmanız gerekir. Bu bir çocuğun maceralarına benziyor:
diğer çocukların arasında ilk adımı siz atarsınız, bir gizem yaratarak
yönetmen olursunuz. Etrafınızda gördüklerinizi şekillendirir ve
yaratırsınız. Kendi “artistismus”unuz ile insanlara işkence edersiniz – gecenin bir yarısı annenizi ve büyükannenizi korkutursunuz mesela. Charley’s Aunt
filmindeki gibi giyinebilir ya da Andersen masallarındaki kahramanların
kılıklarına bürünebilirsiniz. Ağaç gövdesinden koparacağınız parçalarla
kendinizi bir horoza çevirebilirsiniz. Bunlar hep benim kafamı
kurcaladı, bu da aslında yönetmenliğin ta kendisi.
Bir yönetmen VGIK (Sovyetler Birliği Devlet Sinematografi Enstitüsü)
gibi bir okulda bile eğitilemez. Yönetmenliği öğrenemezsiniz. Bununla
doğmanız gerekir. Daha anne karnındayken yönetmen olmalısınız. Anneniz
de bir aktris olmalı, böylece bu özelliği miras alabilirsiniz. Benim
annem de babam da sanat konusunda doğuştan yetenekliydi.
VGIK’te mezuniyet filminiz ne üzerineydi?
Kısa bir çocuk filmiydi: Moldavian Fairy Tale (1951). Alexander Dovzhenko filmi gördükten sonra şöyle dedi: “Tekrar izleyelim.”
VGIK tarihinde ilk kez, kurul bir mezuniyet filmini iki kez izlemeye
karar verdi. Şimdi başarılı bir film ve sanat eleştirmeni olan Rostislav
Yurenev şu yorumu yapmıştı: “Parajanov Dovzhenko’yu örnek almış. Bu destansı ve anıtsal bir yapıt. Parajanov Zvenigora (1928) filmini izlemiş.”
Dovzhenko şöyle dedi: “Seni gidi geveze! Otur da beni dinle. O Zvenigora’yı izlemedi.” Sonra, “Neredesin genç adam?” diye sorunca ayağa kalktım. “Doğruyu söyle, Zvenigora’yı izledin mi?” sorusuna “Hayır” cevabını verdim. “Gördün mü? Bu saçmalık!” O dönemde Yurenev pek bilinmiyordu. Bir yönetmenden ötekine koşan, ince yapılı bir adamdı.
Benim mezuniyet filmim, bir film yönetmeni olarak anlatmaya çalışacağım şeye oldukça yakındı muhtemelen.
Ama mezuniyet filminiz kayboldu…
Hayır. Evde duruyor.
O zaman neden burada retrospektif kategorisinde gösterilmiyor?
Onu unuttum aslında. Burada sadece Andriesh, yani onun daha uzun bir versiyonu gösterildi. O film de maalesef çocuklara değil, yetişkinlere hitap ediyordu.
Alexander Dovzhenko ve Igor Savchenko tarafından verilen dersler nasıldı?
Dovzhenko
ve Savchenko düşmanlardı. Sürekli tartışıyorlardı, anlaşamıyorlardı
hiç. İkisi de yetenekli, özel ve önemli insanlardı. Biri Polonyalı
ressam Jan Matejko’nun tarzında çalışıyordu, Rönesans stillerini
deniyordu. Öteki ise bir elmayı, bir ihtiyar adamın ölümünü, uçup giden
bir leyleği tasvir ediyordu. Sanatı, muhteşem çocukluğundan
besleniyordu. Bir tarafta estetiğe çok önem veren biri, öteki tarafta
geçmişten kalan tanrı arasındaki bu çatışma, Dovzhenko’nun stüdyosunda
tartışmalara sebep oluyordu. Savchenko genç yaşta öldü. Sadece 43
yaşındaydı. Tabutu içinde yatarken yaşlı bir adama benziyordu. Biz
şimdiden ondan 20 yıl fazla yaşadık. Öğrencileri, öğretmenlerinden yaşlı
artık. Vladimir Naumov 60 yaşında, ben ise 64 yaşındayım. 20 yıl daha
uzun bir yaşam… Savchenko’nun kaybı, Dovzhenko’yu derinden sarstı.
Sınavlarımızın sorumluluğunu o üstlendi, diplomalarımızı o imzaladı. Çok
cömertti. Özellikle de Alexander Alov, Naumov ve merhum Felix Mironer
hakkında çok hevesliydi.
Görünen o ki o zamanlar VGIK yetenekli kimselerle doluydu.
Aramızda bazı ilginç insanlar vardı,
bunların içinde tabii ki Dovzhenko da var. Kaybettiğim, benimle aynı
dönemden öğrenciler için çok üzülüyorum. Aralarından dördü artık bizimle
değil. Yakın zamanda arkadaşlarla toplandık, masada dört boş sandalye
bıraktık, tıpkı dört mum yakmış gibi. Sonra arkadaşlarımızın bize
bıraktıklarını düşündük. Hayatını Naumov ile film çekmeye adayan Alov;
Marlen Khutsiev ile Spring on Zarechnaya Street
(1956) filmini çeken Mironer; Grisha Grigori Aronov ve Seva Vsevolod
Voronin. Dört arkadaşımız bizi terk etti, bir sonrakinin kim olacağını
hiçbirimiz bilmiyoruz.
Biz, inanılmaz yetenekli bir adam olan
Savchenko tarafından seçildik. Bizi sevdi, taparcasına sevdi hatta. Bize
ilham verdi. Bir mucize gerçekleştireceğimiz günü bekledi hep. Khutsiev
ve Mironer, ilk filmleri Spring on Zarechnaya Street (1956) için GLKVK (Sovyetler Birliği Film Dağıtım Ajansı)
ile sözleşme imzaladığında çok mutlu olmuştu. Mercedes’lerine atlayıp
Moskova caddelerine indiler. Khutsiev yeni çoraplar aldıklarını
söylemişti. Savchenko onların yırtık pırtık çoraplarını daha arabanın
içindeyken çıkarttırmış. Eskileri arabadan dışarı atıp, yenilerini
giymişler. Onlar artık sadece öğrenci değil, parası olan film
yapımcıları da olmuşlardı.
Alov ve Naumov birlikte Restless Youth (1958), Pavel Korchagin (1957) ve The Wind (1958) filmlerini yönettiler. Avant-Garde akımına da öncülük yaptılar.
Film yönetmek sizin için ne demek? Gerçek hayat? Rüya? Gizem?
Bence yönetmek esasında gerçeğin ta
kendisi, görüntülere dönüştürülmüş hali: keder, umut, aşk, güzellik…
Bazen, senaryolarımdaki hikayeleri anlatıyorum insanlara ve soruyorum: “Bu gerçek mi, yoksa ben mi uydurdum?” Herkes “uydurma” diyor. Hayır, anlattığım şey gerçek. Benim algıladığım şekliyle gerçek.
İlk filmlerinizin gerçekçi bir yönü vardı. Tarzınızı değiştiren ne?
O
günlerde kendi kişisel tatminim için çalışıyordum daha çok. İşte o
günler gerçekçiydi: jenerasyon, arka plan, üzerinde çalıştığım tuval…
Çalıştım ve acı çektim, üç despot vardı tepemde. Despotlar
Kremlin’deydi. Bugün perestroyka* zamanı yansıtan bir kalp
elektrosu işlevi görmeye çalışıyor. Belki de bir gün, tüm bu zamanları
işleyen bir kitap ortaya çıkacak ve hakikaten kalp elektrosu gibi olan
biteni o anlatacak. Stalin yükselirken, çorap fiyatlarını düşürdü.
İnsanlar memnundu, çoraplar artık daha ucuzdu. Altı ayda bir çorapların
ve atletlerin fiyatlarını düşürdü. Oysa ekmeğin fiyatı hiç değişmedi…
Bir elektro çekimi… O çağın Sovyet filmleri, sadece benimkiler değil,
bir terörün elektrosu gibiydi. Korkunun elektrolarıydı. Filminizi
kaybetme korkusu, açlıktan ölme korkusu. Kendi işinizden korkuyordunuz.
Siz bir film yapımcısı mısınız? Yoksa bir grafik sanatçısı mı?
Ben görüntüleri şekillendirmeye çalışan
bir grafik sanatçısı ve yönetmenim. Yol gösterenimiz, danışmanımız olan
Savchenko, düşüncelerimizin taslağını yapmaya ve onlara plastik biçimler
vermeye teşvik ederdi bizi. Biz film okulunda düşüncelerimizi çizmek
zorundaydık. Giriş sınavında, bizi bir odaya aldılar ve “Ne isterseniz onu çizin” dediler.
Grafik çalışmanızın burada, Filmfest München’de aldığı tepkilerden memnun musunuz?
Bu atölye sergisinde çalışmalarımdan bir
kısmını sergiledikleri için çok mutluyum, tam benim tarzımda bir duvar
sergisi. Yirmiye yakın çalışmamı getirdim. Evet, çok değil; ama bir
fikir oluşturmaya yeter. Bu çalışmalar arasında bir çiçek buketi var. Bu
kolaj, oğullarını savaşta kaybetmiş Münih’li annelere adandı. Bu çiçek
buketi bir ayna üzerine yerleştirildi – bu pek rastlanmayan bir motif.
Tıpkı Sovyet anneleri gibi, son savaşta inanılmaz acılar çeken anneler
için… Bazı fotoğraflar çekiyorum eve götürmek için, gerçekten unutulmaz
fotoğraflar. Münih’te Yunan Ortodoks kilisesine davet edildim. Ayine
katıldım ve papazla konuştum. Duvarda çocukların yaptığı bazı çizimler
sergileniyordu. Kraliyet çifti Prens Vladimir ve Prenses Olga’yı
çizmişlerdi. Bütün çizimler de bu tema üzerineydi: harika, ilkel
çizimler. Sosyalist Gerçekçiliğin kurallarını yıkmışlar. Prens Vladimir
bile olduğu gibi gösterilmişti: bir ayağı kısa olan, bu nedenle aksayan
haliyle. Çok keyifli çizimlerdi bunlar, Almanya’dan geriye kalan en
güzel hatıra eşyalarım da bu çizimler.
“Artistismus” derken neyi kastediyorsunuz?
Engel
olamıyorum, Lenin’i taparcasına seviyorum. Bir yönetmen olarak onun
artistismus’una hayranım: onun artistik dürtüleri, bir hatip olarak
becerileri. Beyni muhteşem bir şekilde çalışıyor, bir peygamberin beyni
gibi güçlü. Dünya onun için yeterince büyük değildi. Onun artistismus’u
onu bir keresinde zırhlı bir arabanın üzerine çıkardı, sanki orası bir
sahneymiş gibi. Orada bir anıt misali duruyordu; doğuştan aktördü.
Artistismus’u takdir ediyorum, artistik yeteneği yani. Siyasetçiler,
arkadaşlar, herkes yetenekli olabilir.
Uyuşuk insanları sevmiyorum. Brezhnev,
benim adıma hareket etmeye çalıştı, beni özgür kılmaya çalıştı, ama
uyuyakaldı. Bizim doğuştan yetenekli konuşmacılara ihtiyacımız var. Biz
artistismus’u severiz. Biz önünde kağıtlar olmadan konuşabilen
siyasetçileri severiz. Biz bu siyasetçilerin eşlerinin onların yanı
başında durmasını severiz. Ancak bazı çevreler, bir kadın, siyasetçinin
yanında olursa bundan hoşlanmazlar. Zeki ve yetenekli bir kadın. Bizim
liderlerimiz buna alışmadılar, eşlerini saklamayı tercih ediyorlar. Bu
kadınlar canavar, patolojik canavarlar. Evet, neden bahsettiğimi
biliyorum.
Bakın, dışişleri bakanı Eduard
Shevardnadze’nin karısı ne kadar sevimli ve güzel. Üstelik öylece
duruyor ve asla tek kelime etmiyor. Kafkasya’dan geliyor. Bu kadın nasıl
şapka giyileceğini biliyor. Bir yönetmen olarak böyle şeylere çok
dikkat ediyorum. Bir şapka kalitenin simgesidir, artistismus’u gösterir,
artistik eğilimlerin göstergesidir. Her şeyden öte, görgü kurallarını
simgeler.
Sosyalist Gerçekçilik sizin için ne ifade ediyor?
Sosyalist Gerçekçilik gerçekten
tanımlanamaz. Öyle ansiklopedik bir kavram değildir. Sadece
kitaplarımızda vardır. Nasıl olur da Sosyalist Gerçekçilik, Sergei ve
Georgi Vasiliev’in Chapayev (1934), Grigori Kozintsev ve Leonid Trauberg’in The Youth of Maxim (1935) ya da The Vyborg Side (1939), Mark Donskoy’un Rainbow (1944) veya She Defended Her Country
(1945) gibi filmleri için bir etiket olarak kullanılabilir? Heyecan
verici belgesellerimiz ne olacak? Onlar da Sosyalist Gerçekçilik değil
miydi? Bu bizim tüm dünyayı sarsacak film Rönesansımız!
Birey kültü buna bir son verdi.
Egemenliğin güzelliklerini, korkunç despotların rejimini methetmek
zorundaydık. Yetenekli yönetmenler böyle filmler yapmak için ruhlarını
sattılar: Mikhail Chiaureli’nin The Vow (1946) ve The Fall of Berlin (1949) filmleri, dalkavuk sanatçıların boyun eğen çalışmalarıydı. Artık onları açık açık kınamanın zamanı geldi.
Önemli bir Gürcü film yapımcısı olarak tanınan Mikhail Chiaureli neden Stalin için çalıştı?
Bazı
sanatçılar kendilerini satabilirler, Chiaureli ve Vladimir Petrov bunu
yaptı. Diğerleri de resmi görevler almışlardı. Büroları dolduran “beyin
gücü” insanlarıydı onlar, tıpkı Mikhail Bleiman ve Grigori Zheldovich
gibi. Yetenekli olmalarına rağmen, hiç şüphesiz bizim sinematografimizi
başarısızlığa sürükleyen de onlardı, önde gelen film karakterlerimizi de
beraberlerinde götürdüler.
Bu yüzden meşhur Sergei Eisenstein
öldüğünde, potansiyelinin sadece birazını gerçekleştirebilmişti.
Yetenekli Mikhail Romm öldüğünde, gözü korkmuş ve bitkin bir haldeydi.
Sovyet neo-gerçekçilik ekolünün kurucusu olan, Rainbow ve The
Unvanquished filmlerini yapan Donskoy bile potansiyelini
geliştirememişti. Bu çok büyük bir trajedi.
Sosyalist Gerçekçilik iyi bilinen bir kavram, peki ya Sovyet Neo-Gerçekçiliği?
O dönemle ilgili ne kitap ne dergi var,
ne de konferanslar düzenleniyor. Herkes sessiz. Hatta bir sonraki nesil
bu kavramı tamamen unutabilir. Belki de biri ilk adımı atar ve bununla
ilgili bir şeyler yazar, arşivlerde saklı olan bu dönemi kullanır. Ben
kendi arşivimi açarsam, orada özgürlüğümü elimden alan üç hapis cezası
bulursunuz. Bir de beni kınayan bir mahkeme kararı var, sosyal yapıyı
bir ejderha olarak gören bir sürrealist olduğum için. Sanki Notre
Dame’ın tepesine tünemiş koca burunlu koca toynaklı bir ejderhayım da
Paris şehrine bakıyorum yukarıdan. Ben de böyle bir ejderhaydım, dışarı
izleyen ve yeni günün gelişini kıskanan.
Ukrayna’da kaç tane film yaptınız?
Sekiz film yapmıştım Ukrayna’da. Dokuzuncu filmim de Shadows of Our Forgotten Ancestors
(1964) idi. İşte tam o zaman ana konumu, ilgi alanımı bulmuştum:
insanların yaşadıkları problemler. Etnografya, Tanrı, aşk ve trajedi
üzerine yoğunlaştım. Edebiyat da sinema da benim için bunlar aslında. Bu
filmi yaptıktan sonra, trajedi dikkat çekti.
Sovyet Sinema Bakanlığı ofisinde neler oldu, Shadows of Our Forgotten Ancestors izlendikten sonra?
Resmi görevliler filmi izlediklerinde,
bu filmin Sosyalist Gerçekçiliğin ve o dönemde sinematografimizi
hâkimiyet altına alan toplumsal çöplüğün tüm prensiplerini yıktığını
anladılar. Artık yapacakları hiçbir şey yoktu, iş işten geçmişti: İki
gün sonra Mikhail Kotsyubinsky’nin doğum günüydü. Yüzüncü yaşına
girecekti yaşasaydı. Bu yüzden “bırakalım filmini göstersin” dediler. Film gösterime girdi. Nasıl olsa sonra da yasaklayabilirdi. Bu sayede de tüm meseleden bir şekilde kurtulacaklardı.
Ancak entelektüel kesim filmi
izlediğinde hareket geçti. Bu film huzursuzluk dolu zincirleme tepkiler
yarattı. Bakanlık benden filmin Rus versiyonunu yapmamı istedi. Film
sadece Ukrayna dilinde çekilmemişti, ayrıca Hutsul lehçesindeydi. Benden
filmin Rusça dublajını yapmamı istediler. Bu teklifleri kati suretle
reddettim.
Daha sonrasında Ermenistan’da Sayat Nova’yı çekmek için Ukrayna’dan ayrıldınız…
O
filmi gerçekten çok seviyorum. Gurur duyuyorum. Hepsinden önce, Altın
Aslan ya da Gümüş Tavus Kuşu kazanmadığı için gururluyum.
Bu işin bir tarafı. Diğer tarafı ise bu
filmi olabilecek en zor koşullar altında çekmiş olmam. Hiçbir teknik ön
koşul yerine getirilmedi, hiç Kodak malzemem yoktu, Moskova’daki boş
filmleri işleme imkânı yoktu. Aslında hiçbir şeyim yoktu. Ne yeterli
ışıklandırmam vardı, ne rüzgâr makinem ne de özel efektler kullanma
ihtimalim. Yine de bütün bunlara rağmen, filmin kalitesi tartışılmaz.
Bu durumların neticesi ilkel ve gerçekçi
ortamların varlığı oldu, tıpkı tipik bir köydeki ya da sıradan bir
bozkırdaki ortam gibi… Küçük hindiler, küçük hindiler gibi gösterildi…
Gerçek bir durumdan bir peri masalı yaratıldı. Bütün bunlar
“hiper-gerçekçilik” izlenimi vermenin farklı yollarıydı. Eğer bir
kaplana ihtiyaç duyarsam, bir oyuncaktan kaplan yaparım. Bu da gerçek
bir kaplandan daha fazla etki yaratır. Bezden yapılmış bir kaplanın
kahramanı korkutması daha ilginç olsa gerek.
Sayat Nova (1966) filminin “Kafkasya’nın filmi” olduğu fikrine katılıyor musunuz?
Bence Sayat Nova
İran yapımı bir mücevher kutusu gibi. Dışında güzelliği göz dolduruyor;
harika minyatürleri görüyorsunuz. Sonra açıyorsunuz, içinde daha fazla
İran aksesuarı buluyorsunuz.
Olay böyle aslında. Benim kahramanımın
annesi bizim için 15 Kürt eteği yaptı. Çalışan, sokaklar temizleyen, bir
evin de işlerini yapan bir Kürt kadınıydı. Yaptığı fırfırlı etekleri
önce kafasında tasarlamıştı, sonra kollarına asıp getirmişti. Yarattığı
etki bir Pasolini filmi gibiydi. Bunu saklamak istemiyorum, altını çize
çize anlatmak istiyorum.
Sayat Nova’nız Pasolini’den etkilenmiş gibi duruyor.
Çoğu insan moda olan şeyleri taklit
etmeyi sever. Ancak bir şeyi taklit etmeye başladıkları anda sefalet
çeken, fakir ve perişan yaratıklar oldukları ortaya çıkar.
Yine de insanlar bir başkasının ayak izlerini takip eder. Eğer biri “Filmleriniz Pasolini filmlerini andırıyor”
derse ben kendimi muhteşem hissederim. Daha kolay nefes alabilirim.
Çünkü Pasolini benim için bir Tanrı gibi. Estetik tanrısı, bir tarzın
efendisi, bir devrin patolojisini sunan kişi… O kıyafetlerde kendini
aştı, o mimiklerde kendini aştı. Onun Oedipus Rex (1967) filmine bir bakın. Bence kesinlikle usta işi bir çalışma. Onun oyuncuları, onun kadınlık ve erkeklik hakkındaki hisleri…
Pasolini sıradan bir Tanrı değil. En
yüce Tanrı’ya yakın. Hem yeryüzündeki varlığımızın patalojisine yakın
hem de bizim neslimize. Onun 1001 Nights
(1974) filmini yeni izledim. Benim için, güçlü bir kutsal kitap yorumu
bu. Aynı kompozisyondan güç alıyor, aynı plastik formdan biçimleniyor,
kutsal kitaptaki gibi.
Fellini’nin filmlerini seviyor musunuz?
Fellini’nin
filmlerindeki sihir şaşırtıyor. Onun tanrı vergisi düş gücü inanılmaz.
Ama bu düş gücü tek yönlü ilerliyor – gizemli bir hava vermeye doğru.
Karakterlerini gerçek üstü yapmak için bitip tükenmeyen bir inadı var. E la nave va (1984) filmine bakın. Bir zamanın trajedisi, bir opera şarkıcı hakkında (Edmea Tetua), savaş (Birinci Dünya Savaşı)
hakkında harika bir film… olan biten her şey bir geminin güvertesinde
gerçekleşiyor: La Scala’dan ünlü bir şarkıcının küllerinin dağılışı –
zekice! İnsanlar nasıl onun kendisini tükettiğini düşünebilir. Bence tam
aksine bu film Fellini’nin en iyi filmlerinden biri. Onun Casanova (1976) filmine bakın!
Shadows of Our Forgotten
Ancestors’tan sonraki filmlerinizin milli ve etnografik özelliği mi
başınızı resmi mercilerle belaya soktu?
Doğa bizi doğurur, sonra da bizi yeniden
koynuna alır. Doğaya tapmak zorundasınız: Onun gerçeği, onun ideali,
onun anneliği, onun anavatanı. Doğa hem vatan sevgisini yaratır hem de
aşırı düşkünlüğü. Hem hükümetin temel prensiplerini korumak için hem de
ülkeyi büyük bir hassasiyetle sevmek için.
Ben Ukrayna’da Ukrayna’nın sorunlarıyla
uğraşan bir Ermeni’ydim. Shadows of Our Forgotten Ancestors ile 23 altın
madalya kazandım. İlki Mar del Plata’da, sonuncusu Cádiz’de. Ukrayna’da
tanındım. Ukraynalılar beni sevdiler. Karım Ukraynalıydı, oğlum
Ukraynalıydı. Oysa bazı çevreler bundan hiç hoşlanmadı. Tutuklandım ve
beş sene hapiste kaldım. Sert geçen bir mahkûmiyet.
Hapishanede neler oldu? Hayatta kalmayı nasıl başardınız?
Sovyetler
Birliği esir kamplarındaki tecrit gerçekten dayanılması çok zor bir
durumdu. Asıl trajedi, ruhsal çöküntüye uğrayıp işimi kaybetmek olurdu.
Bu ortamda bir suçlu olabilirdim. Uzun suç kayıtları olan, kötü yola
düşmüş, tehlikeli tutuklular vardı. Bu ortama düştüm birden, sonrasında
sanatım beni kurtardı. Çizmeye başladım. Dört yıl on bir günden sonra,
serbest bırakıldım. Louis Aragon, Elsa Triolet, sevgili arkadaşım
Herbert Marshall ve John Updike sayesinde özgürlüğüme yeniden kavuştum.
Cezamı tamamlamama on bir ay on sekiz gün kala affedildim.
Bunun haricinde, mahkûmlar da beni
sevdiler, onların itiraflarını dinleme görevini üstlenmiştim. Her bir
suçlunun itirafı, trajedileri ve suçları kulağıma fısıldandı. Tüm bunlar
muhteşem bir senaryo ya da roman gibiydi. Bana verilen hediyelerdi
bunlar. Yüz roman ve altı senaryo aldım; bu senaryolardan dördü yakın
zamanda filme çekilecek. Diğerleri de benim sırrım olarak kalacak. Belki
bir gün basılırlar, belki beyaz perdede görürsünüz, belki de sonsuza
dek benimle kalırlar.
Hapishanedeki yaşam zordu. Ancak dağılıp
parçalanmak yerine, orayı daha güçlü olarak terk ettim. Dört senaryo
yazarı olarak, daha zengindim. Bunlardan biri yapım aşamasında. Yönetmen
Yuri Ilyenko Swan Lake – The Zone
(1990) filmini çekecek, bu benim kötü yoldakilerin ortamı hakkındaki
senaryom. Suç ortamı ve patolojisi yakında, insanları daha patolojik
hale getiren tecrit hakkında… Sizi on gün boyunca kilitli tutuyorlar,
burada hem zihinsel hem cinsel olarak hayatta kalabilmek için patolojik
oluyorsunuz. Çünkü tecrit insanların tüylerini ürpertiyor. 2000 insanı
bir esir kampında, “mıntıkada”, tecrit altında tutarsanız, trajik şeyler
meydana gelir. Trajik durumlar ve patolojiler.
O durumda ne yaptınız?
Çizmeye başladım. Grafik sanatına
döndüm. Bazı ilginç materyaller yarattım, bu tecritteki çizimlerim kaldı
bende. Arkadaşlarım bütün o pisliğin ortasında kendi işimle ve
ruhaniliğimle inanılmaz bir saflığa eriştiğimi düşünüyorlar.
Olabilecek en kötü hapishane
koşullarıyla karşılaştığımda, bir seçim yapmak zorunda olduğumu anladım:
ya dibe vuracaktım ya da bir sanatçı olacaktım. Bu yüzden çizmeye
başladım. Hapishaneden çıktığımda 800 çalışmam vardı. Hapishanede
yaptığım işlerden çoğu Erivan’da sergilendi. Üç ay sürdü sergi. Sergi
kapandığında, kapısında hâlâ bir kilometrelik kuyruk vardı.
Son filminiz Ashik Kerib bir çocuk filmi – tıpkı ilk filminiz Andriesh gibi.
Evet, Andriesh, Ashik Kerib
filmine çok yakın. Farklılar ama. Ustalık, deneyim, zaman meselesi
aslında. O zamanlarda masumiyet ve gençliğin ateşi vardı. Andriesh
aceleyle yapıldı.
Ashik Kerib nasıl doğdu?
Yedi yaşındayken anjin hastalığına
yakalanmıştım, annem bana Mikhail Lermontov tarafından yazılan Ashik
Kerib masalını okurdu. Çok bilinen bir masal değildi, okullarda
okutulmuyordu artık. Kafkasya’da yaşayan bir Türk kadını bu masalı
Alexander Pushkin kadar iyi bir şair olan Lermontov’a anlatmış.
Lermontov hakikaten ciğerime işlemişti ben çocukken. Ağladığımı
hatırlıyorum. Ağlamıştım, çünkü Magul Migeri sevdiğini bekliyordu. Başka
bir adamla evlenmek zorunda kalmıştı ve kendini öldürmek istiyordu.
Aşkına ihanet etmemek için kılıç ve zehir kullanmayı bile denemişti.
Sonra birden Ashik döndü. Bir Amerikan filmi gibi bitiyordu: Mutlu son.
Kendi Ashik Kerib’imi aramaya başladım,
bu Müslüman ozan dünyanın çeşitli yerlerinde dolaşıyor ve Magul
Migeri’yi esaretten kurtarmak için gereken parayı kazanmayı çalışıyordu.
Böyle bir genç adamı gerçekten buldum, komşum olan bir Kürt. 22
yaşında, kavgacı bir tipti: Bir polisi epey bir benzetmişti. Akan çatı
yüzünden bir görevliyi dövmüştü. Araba çalıyor, ağız dalaşına giriyordu.
Onunla tanıştığımda “Bu kavgacılığı bir seneliğine bırakabilir misin?”
diye sormuştum. “Sonsuza dek bırakabilirim, ne teklif ettiğine bağlı”
demişti. Kürtler Müslüman değildir. O da bir Hıristiyan’dı, ama sahnede
bir Müslüman’ı oynadı.
Ashik Kerib filminde müzik çok dikkat çekici…
Kullandığımız bir Müslüman müziği. Trans-Kafkasya’dan değil bu müzik. Müslüman muram’ı,
eski bir rapsodi şarkısı. Müslüman bir ozan ağır ağır dolaşıyor
dünyayı, rapsodiler söyleyerek. Sonra bu Müslüman, Hıristiyan dünyasına
geliyor, Gürcistan’a. Bu bölümün adı “The Ruined Cloister” (Yıkık Manastır).
Burada “Tanrı birdir” fikri var – sadece tek bir Tanrı vardır.
Gürcistan’daki leitmotifin, sürekli tekrarlanan temanın anlamı budur:
Gürcü kilise korosu, onu Müslümanlar tarafından dövülmekten kurtaran
Gürcü çocuklar. Burada, Ashik kendisi gibi olanlardan dayak yiyordu,
çünkü onlar “düşmanın topraklarında, sen de düşmansın” diye
düşünüyorlardı. Belki sen sadece düşmanın topraklarından geçen bir
kardeşimizsin, ama bu da seni bizim düşmanımız yapıyor. Aslında, müziğin
anlatmaya çalıştığı tam olarak bu.
Yetenekli bir Azeri besteciyle çalıştım.
Adı Lavanchir Kuliyev’di. Ne istediğimi anlamıştı. Yapacağı iş çok
zordu. Karşısına pek çok zorluk çıkardım, hepsinin üstesinden geldi.
Avrupa müziği bile kullandık: bir “Ave Maria”, Schubert, Gluck,
“Passion”dan motifler. Müzik modern bir dokunuşla, su gibi aktı. İstedik
ki Avrupalı seyirci “Ave Maria”yı Müslüman dünyası ile
bağdaştırabilsin.
Film müziklerinde, kilise müziği de duyduğumu sanmıştım…
Evet, org müziği, Hıristiyan kilise müziği. “God Is One” (Tanrı Birdir)
bölümündeydi, Gürcistan’da. Çok sesli a cappella kilise müziği
duyuluyordu. Sonrası da Müslüman muram’ı. Halkın filmi anlayıp
anlamayacağı başka bir şey. Bir yetimhanedeki çocuklar şarkı söylediler
filmde. Farklı illerden, dağlardan, bozkırlardan çocuklar geldiler
okula, nasıl muram söyleneceğini öğrenmek için sadece. Şarkı söyleyen
çocuklar bir filmde duygusal derinlik ekleyebilirler.
Sadece çok az film ve birkaç yönetmen
iki dünya arasındaki sınırı aşabilir. Yılmaz Güney de bunlardan biri.
Onun, Doğu’dan birinin, Avrupa için filmler yapabilmiş olması gerçekten
müthiş. Bu kültür, dünyanın doğusu ile batısı arasındaki sınırın tam
ortasında kalıyor.
Son üç filminiz – Sayat Nova, The Legend of Suram Fortress ve Ashik Kerib – bir üçleme oluşturuyorlar mı, konu ya da tarz bağlamında?
Lenin
Ödülü’nü kazanmak için filmleri birbirine bağlayıp üçleme haline
getirirsiniz – sonra da halkın beğenisinin tadını çıkartın! Bu Tengiz
Abuladze ve onun üç filmine oldu. Göze çarpan filmi Prayer (1969), The Wishing Tree (1977) ve Repentance
(1986). Bu üç film aslında birbirine bağlı değildi. Ortak hiçbir
noktaları yoktu. Ona Lenin Ödülü’nü kazandırmak için bir bahane olarak
birleştirildiler. Benzer tarzları, içerdikleri ifadelerin grafik gücü
nedeniyle onlar bir üçleme olarak düşünüldü.
Böyle gelişigüzel övgüye ihtiyacım yok.
Benim filmlerimin tek bir ortak noktası var: tarzda bir benzerlik. Benim
hayatım yeterli bir kanıt. Ben bir okul kurmak ya da birilerine bir
şeyler öğretmek istemedim. Beni taklit etmeye kalkan herkes yolunu
kaybeder.
Yeteneksiz genç yönetmenlerden, genç
sonradan görmelerden oluşan bir ordu var, sinema sektörüne gelmişler ve
yönetmen olmayı bekliyorlar. Oysa hayatları boyunca yapmaları gereken
nasıl yönetmen olabileceklerini düşünmek olmalı.
Çok uzun zamandır yeni filminiz Confession’ı planlıyorsunuz.
Ermenistan’a sinematografik bir itiraf
borçluyum, bir tür kişisel kutsal kitap. Annem, babam, çokluğum,
hapishanedeki tecrit, düşlerim hakkında olacak. Ayrıca Sergei Kirov
adına bir kültür parkı yapmak için harap edilen bir mezarlığın
trajedisini de anlatacağım. Mezarlık, komünist Kirov’u onurlandırmak
için yer vermeli. Sovyet vatanseverleri gelir, hayaletler oradan
uzaklaştırılır. Nereye gideceklerini bilemiyor hayaletler, bu yüzden
yaşayan varisleri olan benimle barınak arıyorlar. Onları içeri alamam.
Geceyi benimle geçirdiklerini polise rapor etmek zorundayım. Elektriği
bile olmayan ben, bir sigorta acentesi de değilim. Onlar kötülük
bilmezler. Onların nesli, o zamanlar, daha kibardı. Tek istedikleri
benimle kalmaktı. Ben ise onları sevdiğimi kanıtlamak için onların
gözlerinin önünde ölmeliyim.
Bu benim halkıma karşı görevim. Ben
Gürcistan’dan bir Ermeni’yim. Ben Ukrayna’da filmler çektim.
Gürcistan’da ve Ukrayna’da parmaklıkların ardında acı çektim. Bazen
gecenin bir yarısı uyanıyorum ve bitlerin saldırısına uğradığımı hayal
ediyorum. Hapishaneye temiz girebilirsiniz, ama o bitler sizin
üzerinizde cirit atarlar. İki saat içinde bitlerle kaplı hale
gelirsiniz.
Bir sonraki filminiz ne olacak? Faust üzerine bir film?
Evet, ancak Faust üzerine çalışmadan önce, Amerika’ya gitmek ve Longfellow’un The Song of Hiawatha’sı üzerine bir film çekmek istiyorum.
O harika bir iş. Rusya’da bizim neslimiz
tarafından hâlâ epey biliniyor. Ancak kitabın çevirisini bulmak çok
zor; maalesef kimse onu yeniden basma zahmetine katlanmıyor. Bu filmi
Amerika’da çekmek istiyorum, Longfellow’daki manzaraya karşı. Doğaya,
yerlilere, tüylere, atlara, kahverengi derili genç kızlara, yakışıklı
kahramanlara ihtiyacım var. Amerika’da bu film çabucak ve çok az
maliyetle çekilebilir. Akıllı bir yapımcı olasılıkların nerelerde
beklediğini, iyi ilişkilerin nasıl kurulacağını bilmelidir. Doğa
gerisini halleder. Doğa zaten bizim için mükemmel bir set hazırlamış.
Hiawatha kıyafetleri de zaten var. Tek karar vermem gereken şefin
kıyafetinde kaç tüy olacağı. Benim filmim kutsal kitaplardaki hikâyelere
benzeyecek, The Song of Hiawatha bu temaların biraz değişiği sadece.
Ashik Kerib de Müslümanların hikâyelerinin bir çeşidi. Kahramanın
doğaya, mizaha, kadınlara, kötülüğe ve güzelliğe bakışından bunu
anlayabiliriz.
Peki Faust?
Faust Almanya’nın meselesi, Doğu ve Batı
Almanya Hükümetlerinin. Bence Almanlar harika insanlar. Onları ayıran
duvara rağmen, aynı tarihi ve ortak bir geleceği paylaşıyorlar. Umarım
film doğru değerlendirilir. Bu film ticari bir proje olarak görülmemeli.
Sanatsal değeri için yapılmalı.
Faust gelecek nesil için önemli. Şu anki
nesil yeniden eğitilemez. Televizyon onların hayatlarını yönetiyor.
Sakız çiğnemeyi seviyorlar. Belli kıyafetleri giyiyorlar. Ancak bir
sonraki nesil bunlar olmadan yaşayabilir. Biz sanatçılar, yönetmenler,
siyasetçiler gelecek nesillerin yetiştirilme tarzını güvence altına
almalıyız. Geleceğin Almanları hâlâ anne karnında… Onlar, “küçük
Almanlar”, büyüdüklerinde “büyük Almanlar” olmak istiyorlarsa Faust’a
ihtiyaçları var.
Ashik Kerib’in prömiyeri için neden Filmfest München’i seçtiniz?
Ashik Kerib’i halka
sunmak için Münih’ten başka bir yer seçemezdim. Filmimle ilgili
söyleyecek önemli bir şeyim var. Bu filmi çok seviyorum. Her sanatçı ne
zaman öleceğini bilmeli. Ben bu filmden sonra ölmek istiyorum, çünkü
gerçekten yaptığımla gurur duyuyorum. Bu film, benim sevgili arkadaşım
Andrei Tarkovsky anısına adandı. Tanrı Birdir. Andrei Tarkovsky’nin aziz
hatırası için bir dakikalık sessizlik rica ediyorum…
Çeviri: Damla Göl
Değerli Damla Göl Hanımefendi’ye Sinemazingo adına teşekkür ederiz.
__________
(*) Ç.n. Perestroyka: Gorbaçov tarafından başlatılan yeniden yapılanma süreci.