Gün Zileli
“Devrim söz konusu olduğunda asıl
değişiklik, geniş halk kitlelerinin bilincinde ortaya çıkan kopuştur… O
bir bilinç sıçraması ve kopuş ânıdır, yeni bir perspektife giden yolun
aralanmasıdır… Bir başlangıçtır…Orada söz konusu olan bir silkinme,
kopuş ve özgürleşme eylemidir… Bir kere o eşik aşılınca, artık yeni bir
döneme girilmiştir ve uzunca bir zamana yayılan mücadeleler süreci
başlamıştır. Fakat mücadele sürekli yükselen düz bir çizgi üzerinde yol
almaz. Yükselişler-düşüşler, kısmî-zaferler ve yenilgiler, moral
bozuklukları ve umudun yeniden yeşerdiği anlar birbirini izler… Bu
yüzden devrim bir anda başlayıp-biten bir şey, anlık bir toplumsal olay
değildir. Modern dönemin tarihi, söylemek istediğimin sayısız
örnekleriyle doludur.”
Benim Sitede de dün yayımladığın yazında
böyle demişsin. Eh bu noktadan ilerleyebiliriz herhalde. Bir anlamda bu,
bizim seninle yürüttüğümüz “Devrimi Yeniden Düşünmek” sohbetimizin
bugünkü olağanüstü gelişmeler ve devrimci durum ortamında, yeni
deneylerden de yararlanarak sürdürülmesi de olabilir.
Bugün nasıl bir eşik aşıldı sence?
Fikret Başkaya
24 Ocak- 12 Eylül 1980 Türkiye’nin
tarihinde bir kırılma noktasıydı. Elbette bu sadece Türkiye’ye mahsus
bir şey de değildi. II. Emperyalistler arası savaş sonrasında
[1939-1945] golabal olarak, dünyanın her yerinde, emekçi sınıflar,
ezilen halklar, “yeryüzünün lânetlileri“ lehine bir tablo ortaya
çıkmıştı. Tabii her yerde aynı yoğunlukta değildi. Bu kapitalizmin
tarihinde bir ilkti ve ilk defa sermaye sınıfı [oligarşi cephesi],
tavizler vermeye, “uyumlanmaya” zorlanmıştı. Süreçin devamı güç
ilişkilerini kalıcı olarak değiştirme istidadı taşıyordu. Velhasıl
küresel oligarşi kendini güvende hissetmiyordu. Ve 1980’den başlayarak
karşı-saldırıya geçtiler. İşte bilinen neoliberal ekonomik ve sosyal
politikaları dayattılar. Batı’da, emperyalist ülkelerde işçi sınıfını
püskürttüler, Türkiye gibi kapitalist dünya sisteminin çevresinde yer
alan rejimleri de yeniden kompradorlaştırdılar. Global olarak emekçi
sınıfların durumu bu dönemde daha da kötüleşti. Başka türlü ifade
edersek, sosyal kötüleşme derinleşti. Tabii ekonomik – sosyal plandaki
saldırının siyaset alanındaki karşılığı baskı ve şiddetin derinleşmesi,
diktatörlerin, “Üçüncü Dünya faşizmleri” denilenlerin sahne almasıydı.
Velhasıl kitleler kapsamlı bir saldırıya maruz kalmıştı. Fakat
kapitalizmin her ileri aşaması sadece daha çok sömürü, daha çok baskı,
insanî-sosyal kötüleşme demek değil, aynı zamanda ekolojik tahribat da
demek… Ve bu ikisinin diyalektiği bir sürdürülemezlik tablosu ortaya
çıkardı. Şimdilerde yükselen muhalefeti, halk hareketlerini, devrimleri,
direnişleri bu geri planı dikkate almadan, anlamak mümkün değildir…*
Saldırı-karşı saldırı diyalektiği diye bir
şey var. Aradan tam 33 yıl geçti ki, bu bir yüzyılın üçte biri.
Şimdilerde insanlar artık işlerin iyiye gittiğine, gideceğine olan
inançlarını kaybediyorlar. Kaybetmeleri için de sayısız neden var.
Dolayısıyla şu veya bu spesifik şeye itiraz değil söz konusu olan. 40
insana itirazının nedenini sorsan, 40 farklı gerekçe söyleyebilir ama
son kertede itiraz bunların tamamının dışa vurumu olarak tezahür eder.
Hepsinin orak bir geri planı vardır. Velhasıl geçerli paradigma çökmüş
bulunuyor. Öyle bir eşiğe gelindi ki, insanlar bu rotada artık daha
fazla ilerlemenin mümkün olmadığı duygusuna kapılmaktalar. Çocuklarının
kendilerinden daha kötü yaşayacağı “inancı” yerleşmekte. Ve bu bir vehim
değil bir gerçeklik… Her şey kötüye giderken başka türlü olabilir mi?
Kritik eşik dediğim işte bu. Genel bir sürdürülemezlik durumu ortaya
çıktı. Burjuva uygarlığı yolun sonuna gelip-dayandı. İnandırıcılığı,
oyalama ve aldatma yeteneği aşındı. Taksim Gezi parkı olayları ne birkaç
ağaç için, ne de yeni- Osmanlıcı komprador AKP iktidarının şu veya bu
yasağına karşı başladı. Elbette Kuzey Afrika’daki Amerikancı Müslüman
Kardeşler iktidarlarının Türkiye’deki benzeri olan bu hükümet her
kesimden insanı bezdirdi ama itiraz onun politika ve pratiklerini aşan
bir geri plana da yönelik. İtirazın, direnişin, ayaklanmanın sadece
görünür nedenlerine bakarak bu olup-bitenleri anlamak mümkün değildir.
Taksim’de başlayan direniş yeni bir dönemin başlamakta olduğunun
habercisi…
G.Z.
Ve bu yeni dönem, öyle sanıyorum ki,
seninle eskiden beri üzerinde konuştuğumuz devrim paradigmasında da
önemli bir değişiklik yarattı. Daha doğrusu, bu değişikliği pratikte
ortaya koydu. Artık kahraman devrimciler ya da öncü örgütler değil de
sahnede doğrudan kitleler var. Ama bu kitleler, eski devrim
paradigmasına göre algılanan renksiz, kokusuz, takipçi bir kitle değil.
Yani kahramanın ve baş rolde olanın kendisi kitle bu sefer. Eski öncü
örgütler o kahramanı izlemek zorunda bu yeni dönemde. Üstelik bu kitle,
sanırım yine yeni devrim paradigmasının bir göstergesi olarak kişiliksiz
bir kişilik değil. Bizzat yaratıcı bir kitle. Ve bu kitle ilk kez
bireylerden oluştuğunu ortaya koyuyor. Artık herkes kahramandır, herkes
öncüdür. Dolayısıyla hiç kimse akil ya da öncü değildir. Yani Mao’nun
sözünü değiştirerek söyleyecek olursak, “gerçek kahraman bireylerdir.”
Bu muazzam bir değişikliktir. Bu devrimin birçok yönü üzerinde
konuşacağız ama istersen bu noktadan devam edelim öncelikle…
F. B.
Bugün geçerli retorik ve pratikler sanayi
kapitalizmi paradigmasının retoriği ve pratiği. Şimdi o dönem
kapanmakta. Bir paradigma iflas bayrağını çektiği zaman, çöküş tüm
unsurlarını, tüm bileşenlerini angaje eder. Zemin çöktüğünde veya
kaydığında, bu, o zeminin üstündeki her şeyin artık geçersizleştiği,
işlevsizleştiği anlamına gelir. Geride kalan yaklaşık 200 yılda Batı’da
geçerli siyaset pratiği “temsili demokrasi” denilene dayandı. Ona Batı
demokrasisi de deniyor. Aslında temsil diye bir şey hiçbir zaman olmadı.
Siyasi partiler, seçim ve parlamento, oradan çıkan hükümetlere dayalı
sistem, kitleleri oyunun dışına atmanın bir aracıydı. Bir seçim ve
temsil oyunuydu. Asıl iktidar her zaman oligarşinin iktidarıydı. Elbette
bunu söylemek, demokrasiye asıl ihtiyacı olan kitlelerin demokrasi
mücadelesini küçümsemek, hafife almak değildir. Daha önce de yazdığım
gibi, oligarşi bazı hakları, o hakların “kullanılmasının” artık şeylerin
seyrini değiştirmesinin mümkün olmadığına ikna olduğunda tanıdı.
İnsanlar oy kullanıyor ama kullanılan oyun bir değeri, bir karşılığı
yok. Oy kullanmak bir oyuna dâhil olmak, yani oyuna gelmekten ibaret…
Birinci mesele bu.
İkincisi, kapitalizme, burjuva iktidarına,
oligarşiye karşı mücadele eden sol muhalefet, hiçbir zaman örgütlenme
bahsinde açıkça alternatif bir model geliştirmeyi akıl etmedi. Burjuva
örgüt modeli esas alındı ki, anlayış aşağı-yukarı şöyleydi: Bu araç
benim elimde iyi iş görür… Binlerce yıllık geleneksel örgüt modeli
alternatif bir toplum oluşturma hedefine hizmet edebilir miydi? Örgütün,
lideriyle anıldığı, karizmatik liderliğin matah bir şey sayıldığı bir
durum söz konusuyken, hiyerarşik ilişki modeli geçerliyken, bizzat
örgütün kendisi anti- demokratik iken, oradan eşitlikçi-
özgürlükçü-katılımcı, velhasıl demokratik bir toplum düzeni çıkar mıydı?
Üçüncüsü, sömürüden, hiyerarşiden,
toplumsal eşitsizlikten arınmış bir toplum, bir uygarlık densin, özgür
bireyleri varsayar. Başka türlü ifade edersek, gerçek yurttaşı varsayar.
Yurttaş bilincini varsayar. Muhtemelen bizdeki yurttaş kelimesi
Fransızca’daki citoyen’in karşılığı olarak kullanılıyor. Bilindiği gibi,
citoyen adı üstünte sitenin [devletin] sorunlarıyla, kamusal işlerle,
velhasıl politikayla ilgili olan anlamındadır… O aktif bir bireydir…
Geçerli durumda yurttaş egemenler cephesi tarafından tanımlanıyor.
Deniyor ki, “herkes kanunlar karşısında eşittir”… Şimdi öyle denince
öyle olması mı gerekiyor. 72 milyar dolar serveti olanla köprü altında
yaşayan nasıl kanunlar karşısında eşit olacak? Bir kere bu o kanunları
yapanların milyarlarca-milyonlarca dolar serveti olanlar cephesi olduğu
anlamına gelir. Sen onların yaptığı kanunların karşısında nasıl eşit
olacaksın? İşte oy hakkı, ifade özgürlüğü… Hem suyun başı dar bir
oligarşi tarafından tutulmuş olacak ve hem de senin oyun, senin sözünün,
itirazının, eleştirinin bir kıymet-i harbiyesi olacak! Bu tam bir
saçmalıktır. Aslında bunlar içi-boş, iğdiş haklardır. Asla şeylerin
seyri üzerinde belirleyici olma ihtimali ve potansiyeli yoktur! ABD’de
nerdeyse 200 yıldır ifade özgürlüğü var da bu zaman zarfında ne değişti?
Tabii söylediklerim bir yanlış anlamaya mahal vermemelidir. Elbette
yasalar karşısında eşitlik ve ifade özgürlüğü önemlidir ama hangi zemin
üzerinde konuştuğun da önemlidir.
O halde iki şey: Birincisi, senin de
söylediğin gibi, son 100-150 yılda geçerli muhalefet yapma tarzı ve
örgüt modelinin bir işe yaramadığı artık ortaya çıkmış bulunuyor; Ve
ikincisi, her şeyi en iyi bilen lider ve liderlik, önderlik saçmalığının
ve son tahlilde burjuva devlet ve işleyiş modelinin sol bir retorik
altında devam ettirilmesi dönemi artık kapanmalıdır. Örgüt adlarının
liderin adından sonra geldiği durum aşılmalıdır. Tam katılımın esas
olduğu, “bir bilenin” olmadığı örgüt modelleri pekâlâ mümkündür. Tarihte
her devrim öncesi ve devrim dönemlerinde son derecede işlevsel ve etkin
örgütlenme biçimleri ortaya çıktı. O halde tarihsel devrimci anlarda,
şurada, burada ortaya çıkanı kalıcılaştırmak ve daha da geliştirmek
neden mümkün olmasın. Jean Jacques Rousseau boşuna “irade devredilebir
değildir” demiyordu! Velhasıl “temsil” üzerinde kafa yormak gerekiyor…
Gezi Parkı’nda yaratılan “durum” bize bu işin pekâlâ mümkün ve
uygulanabilir olduğunu gösteriyor. Galiba yapılacak iş o kadar da zor
değil, bütün mesele “kopuşla” ortaya çıkanı sürekli hale getirip-
getirememekle ilgili. Bir yolunu bulup geri dönüşü engellemek kritik
öneme sahip…
G.Z. Evet, geri dönüşü engellemek
gerçekten de önemli. Ve gördüğüm kadarıyla insanlar bu kazanımların
farkındalar ve geri de vermek istemeyeceklerdir. Fakat burada bir başka
sorun var. Eski devrim paradigmasına ve eski örgütlenme biçimlerine
yöneltilen eleştiriler, hem yeni anlayışlara yatkın arkadaşlar, hem de
eski örgütlenme anlayışını bugün de devam ettirmek isteyen arkadaşlar
tarafından yanlış anlaşılıyor. Zıt fikirdeki bu iki kesim arkadaş da, bu
tür eleştirileri eski örgütlerin tasfiyesi olarak algılıyor. Birinci
gruptakiler buradan giderek âdeta yeni tür bir apolitizmi kutsamaya
yönelirken, ikinci kesimdeki arkadaşlar da kırgın ve kırılgan bir eski
savunuculuğuna yöneliyorlar. Oysa bence bu yanlış. Yani yeni devrim
paradigmalarının ve dolayısıyla yeni ve hiyerarşisiz örgüt
anlayışlarının ortaya çıkması, eski tarza göre örgütlenmiş örgütlerin
tasfiyesi anlamına gelmemeli. Ayrıca, içinde yaşadığımız yeni devrimci
durumda bu eski tür örgütler de pekâla işlevsel kılınabilirler. Yani
eldeki eski malzeme çöpe atılmadan devrimci durumun yararına işlevsel
kılınmalıdır demek istiyorum.
Ayrıca eski tür örgütlenmelerin de yaşanan
durumdan hiç ders çıkartmadıklarını sanmayalım. Benim istanbul’daki Gezi
Parkı hareketi içinde gözlemlediğim kadarıyla, eski tür örgütler
kendilerini yeni durumu uydurmak için bir hayli çaba gösteriyorlar.
Örneğin, kendi örgüt propagandalarına doğal olarak devam etmekle
birlikte, hem birbirlerine hem de oradaki klasik örgütlerin dışındaki
aktif devrimci kitleye son derece saygılı davranıyorlar. Yani o eski tür
hegemonya çabaları oldukça törpülenmiş durumda. Elbette onları buna
sevk eden devrimci durumun eğiticiliğidir. Bir kere böyle yaparlarsa çok
fena tecrit olacaklarını görüyorlar; ikincisi, onlar da yeni durumdan
çok şey öğreniyorlar. Kaldı ki, yeni eğilimlerin temsilcisi arkadaşların
apolitiklik tutumunda da büyük kusurlar var, bunu da görmek gerekir.
Politikaya ilgisiz kalırsan politika timsahı gelir seni yer. Yani
burjuva türü politikaya karşı olmak demek apolitik olmak demek değildir.
Elbette onlar da kendi deneyimleriyle bunu göreceklerdir. Şu anda her
şey çok yeni, her şey gün be gün yaşanarak öğreniliyor. Devrimin eğitici
hızı muazzam.
Sekiz dakikalık bir video dolaşıyor
ortalıkta. Gezi Parkı’ndaki bir serbest forumda çekilmiş. Her isteyen
söz alıp iki üç dakika kadar konuşuyor. Neler var neler… On sekiz
yaşında bir genç kalkıyor ve ben Cuma gününe kadar bir faşisttim, polise
neden vur emri verilmiyor diyordum. Üç gündür burada hareketin
safındayım. Hepinizden özür diliyorum. Yaşasın halkların kardeşliği
diyor. Yaşlıca bir kadın onun omzuna vurarak, aferim evladım, diğer
arkadaşlarını da getir diyor. Eşcinsel hareketinden bir genç, eşcinsel
olduğunu açık açık anlatıyor ve taleplerini söylüyor. Onu alkışlayan
insanlara bakıyorsun. Bu insanlar hareket başlamadan önce bu genci
dinleselerdi herhalde döverlerdi, diye düşünmekten alamıyorsun kendini.
Yani hareket kitleleri ve bireyleri öyle muazzam bir hızla eğitiyor ki,
bu hıza insan şaşıp kalıyor. Bu noktada şunu sormak istiyorum sana.
Dediğin gibi, geri gidişe izin vermemek gerekir ama bir yandan da hızla
devrime akan bu insanların kalıcı örgütlenmeleri için bir şeyler
yapılması gerekmez mi? Bunu söylerken sübjektif çabaya çok önem
atfediyormuş gibi görünmek istemem ama hareket bir süre sonra geri
çekildiğinde ya da güç toplamak üzere dinlenme moduna girdiğinde bu
potansiyel nasıl bir örgütlenme içinde kendini diri tutabilir?
F.B.
Bir yanlış anlamayı bertaraf etmek önemli.
Zira yanlış anlama konusunda ısrarcı olanlar var. Bu da söyleneni ve
söylenmek isteneni muğlaklaştırıp- saptırıyor. Mesele örgüt olacak mı,
olmayacak mı meselesi değil. Örgüt nasıl olacak, nasıl olursa amaca
hizmet edebilir? Soru bu ve biz de diyoruz ki, geçerli örgütler ve
örgütlenme modelleri ekseri sorunlu. Elbette örgüt vazgeçilmez, aksi
halde hiçbir çıkış yolu, hiçbir kurtuluş umudu ve tabii insanın ve
toplumun özgürleşmesi, emansipasyonu mümkün değildir. Örgütler
bürokratikleşme, yozlaşma, asıl amaca yabancılaşma virüsünden nasıl
uzaklaşacak? Rotadan sapmadan, mücadele ettiği, değiştirmek-dönüştürmek
istediği sisteme benzemeden nasıl var olacak, yoluna nasıl devam edecek?
Bütün mesele bu. İnsanlar bu güne kadar ne başarmışsa örgütlü
oldukları, örgütlenebildikleri, örgütlü bir güç olarak egemenler
cephesinin karşısına çıkabildikleri için başarmışlardır. Mutlaka örgüt
olacak, zira insanlar, bırakın kendilerini sömüren, ezen, aşağılayan bir
egemen sınıflar koalisyonuna karşı mücadele etmeyi, her zaman ve her
koşulda örgütlü olarak yaşayabilirler ve bir şeyleri başarabilirler…
Sonuçta örgüt ilişki değil midir? O halde amaca uygun, etkin bir
örgütlenme modeli geliştirmek, hayata geçirmek ve etkinleştirmek de
gayet mümkündür. Eğer bir yerde bir sorun, bir aksilik, bir yanlış
olduğunu tespit edebiliyorsan, durumu anlayabiliyorsan, yani durumu
kavrıyorsan, zaten onun çözümüne giden yola da girmişsin demektir. O
zaman geride kalan dönemde geçerli örgüt modellerinden farklı bir şey
yapmanın yolu da açık demektir…
Elbette, senin de söylediğin gibi, böyle
bir tercih yapmak demek, geride kalanı külliyen yok saymak, inkâr ve
mahkûm etmek demek değildir. Aslında bu bizzat kendini de inkâr etmek
anlamına gelir… Orada olumlu olan, yararlı olan ne varsa ona mutlaka
sahip çıkacaksın. Eleştirerek aşacaksın, daha da olgunlaştıracaksın… Her
alanda olduğu gibi örgütlenme sorununda da eleştirel aşkınlık
vazgeçilmezdir. Aksi halde “çocuğu leğendeki kirli su ile birlikte
atmak” gibi bir aymazlıklık söz konusu olur. Bir kere apolitik
eğilimleri bir kalem geçmek gerekir. Apolitik olmak demek benim bir
iddiam yok demektir. Bu yurttaş olmaktan da istifa etmek demeye gelir.
Bir de tabii politikadan, politika yapmaktan ne anlaşıldığı da
önemlidir. İnsanlar ekseri politika dendiğinde, oligarşinin hizmetindeki
kaşarlanmış profesyonel politikacıların yaptığını anlıyor… Oysa asıl
politika tam da onun dışındaki alanda yapılması gerekendir. Politika bir
meslek olduğunda, zaten politika olmaktan da çıkıyor ve kendi misyonuna
ve varlık nedenine yabancılaşıyor. Politik faaliyet dar bir oligarşinin
iktidarını ihya etmek için mi, yoksa tam da öyle bir egemenlik biçimini
aşmak için mi yapılacak? Eğer amaç verili durumu aşmaksa, o zaman seni
oraya götürecek örgütün de o amaca uygun olarak dizayn edilmesi gerekir
ve bu mümkündür… Örgüt sorununu tartışmaya başladığında bir kere işe
profesyonelliği mahkûm ederek başlayacaksın. Hangi amaç söz konusu
olursa olsun, profesyonelliğin olduğu bir örgütle asla yeni bir dünya
kuramazsın. O zaman en iyi koşullarda yönetenleri değiştirebilirsin ama
yöneten-yönetilen ilişkisi başka biçimlerde var olmaya devam eder…
G.Z.
Zaten pratikte de muazzam örgütlenme örnekleri ortaya kondu. Hem de
halkla bütünleşerek. Sadece gönüllü sağlık hizmetlerinin, sedyesiyle,
ilacıyla vb. örgütlenmesi bile bunu göstermeye yeter. Şimdi bu
örgütlenme örneklerini süreklileştirmek, sadece bir kalkışma anına
bağımlı olmaktan kurtarmak, özinisiyatifi dayanan örgütlenmeleri
alabildiğine yaygınlaştırmak zamanıdır diye düşünüyorum. Bu konuları
daha çok konuşup tartışacağız ama mücadelenin ve devrimin perspektifi
açısından senin yazının sonundaki aşağıya alacağım satırları çok önemli
görüyorum.
“Aslında Gezi Parkıyla başlayan süreç bir
dönemin sonunu ve yeni bir başlangıcı temsil ediyor. Türkiye’nin 200
yıllık ‘muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkma’ perspektifinin sonunu
ve yeni bir paradigmaya açılan yolu işaret ediyor. Zira bir
sürdürülemezlik tablosunun ortaya çıktığına şüphe yok… Bütün ışıklar
kırmızıya dönmekte… İnsanlar artık kendilerine anlatılan hikâyeyi
dinlemek istemiyorlar. Kendi hikâyelerini kendileri anlatmak istiyorlar.
İtilip-kakılmak, aşağılanmak, horlanmak istemiyorlar… Sanıldığı gibi
itiraz sadece hızla otoriterleşip tek adam rejimine, tuhaf bir polis
devletine dönüşmekte olan, neoliberalizm şampiyonu, yeni- Osmanlıcı AKP
hükümetine karşı değil. Her geçen gün geleceklerini daha çok karartan,
yaşamı anlamsızlaştıran geçerli paradigmaya itiraz ediyorlar. Bu yüzden
sokaklardalar, bu yüzden rejimin kolluk güçlerine ve yalan cephesine
karşı direniyorlar. Aslında önlerindeki asıl engelin bu rejimin polisi
olmadığının da farkındalar… 33 yıllık 12 Eylül sonrası dönem artık
kapanmakta… Son tahlilde bu bir haysiyet mücadelesidir ve insanlar
belirli bir eşik aşıldığında artık ‘eskisi gibi yaşamak’ istemiyorlar.”
Bu satırlardan benim anladığım, ulusalcıların kısıtlamak istediği gibi
bu mücadele, cumhuriyeti kurtarmak ya da “liberallerin” tarif etmeye
çalıştığı gibi “demokrasinin sınırlarını genişletmek” değil, çok daha
köklü bir emansipasyonun başlangıç adımıdır. Bunu biraz daha açar mısın?
F.B.
İki türlü muhalefet yapabilirsin. Yaptığın
muhalefet düzen içi muhalefetse bu şeylerin seyrini değiştirmez. En
fazla bir kaç rötuş yapılır. Mesela bir siyasi parti hükümeti yerine
diğeri geldiğinde, değişen sadece üsluptur. Oligarşi bu tür manevraları
büyük bir başarıyla yapabiliyor. Eskiyen yüzleri değiştirerek, işte
önceki adamlarını feda ederek yola devam ediyor… Bir başka muhalefet de
geçerli paradigmayı aşmak, şeylerin zeminin değiştirmek, “farklı bir
şey” yapmak için yapılabilir. Bu başarılı olursa orada devrim olmuş
demektir. Benim orada söylemek istediğim şu: Artık geçerli paradigma
iflas etmiştir. Bu son derecede açık. O zaman sen verili durumu, geçerli
olanı tamir etme, sürdürme yeteneğini de kaybettin demektir. Başka
türlü söylersek, verili durumda hareket marjın yok demektir. Artık
geçerli zemin üzerinde kalarak, eskisi gibi yola devam etme dönemi
kapanmış bulunuyor. Bunun örneğini biz son iki on yıldır yaşıyoruz.
Artık düzen içi muhalefetin kitleleri aldatma/oyalama yeteneği yok.
Mesela Avrupa’daki duruma bak, mesela Fransa’ya bak, işte Türkiye’ye
bak… Sarkozy’nin yerini Hollande aldı, bir miligram değişiklik oldu mu?
AKP’nin yerini başka bir düzen partisi alsa ne, ne kadar değişebilir?
Hangi parti hükümet kurarsa kursun az-çok aynı şeyi yapacaktır. Yapmaya
mecbur olduğu, başka türlü yapamadığı için… Farklı bir şey, başka bir
şey yapma yeteneği yok da ondan… Neden? Çünkü ayağının altındaki zemin
kaymış bir kere… İşte “paradigmanın iflası” dediğim bu… Ne ulusalcılar
ve de benzerleri mevcut olanı aşacak bir perspektife sahip değil.
Liberallere gelince, iflası derinleştiren onlar olduğuna göre, yıkımın
ve sürdürülemezliğin asıl sorumlusu onlar olduğuna göre, onların hiç
şansı yok… Zira yangına körükle gidiyorlar… Liberallerin demokrasinin
sınırlarını genişletmeleri asla mümkün değil. Tam tersine attıkları her
adım, sınırlı demokrasi kırıntısını da yok etmek zorunda. Zira, başka
türlüsü artık mümkün değil. Bu yüzden söylemlerinin hiç bir kıymet-i
harbiyesi yok. O zaman yüzümüzü ileriye, mevcut olanın ötesine
çevireceğiz. Ve onun da zamanı geldi… Yapılacak şey de az-çok belli:
Neyi, nasıl üreteceğiz, nasıl bölüşeceğiz, nasıl tüketeceğiz, nasıl
yaşayacağız… Uzun lafın kısası, sıra, benim Yeni paradigmayı oluşturmak
dediğime gelmiş bulunuyor…
17 Haziran 2013