Gerçekten
erkeklerin kadınları öldürmesini akıl almıyor. Nedenler onlarca, ama hiçbiri
tek başına bu cinayetleri anlatmaya yetmiyor. Bu yüzden kadın hareketinden
Handan Koç’la konuştuk. Sorduk, yanıtladı.
Berat GÜNÇIKAN
Aklın
sınırlarını zorluyorlar, elleri hemen silaha, kezzaba, ipe, bıçağa gidiyor.
Nedenleri farklı, yemeğin tuzu fazla, gömleğin yakası iyi temizlenmemiş, ondan
habersiz arkadaşına gitmiş, boşanmayı ya da ayrılmayı istemiş... Savunmada ise hemen hemen hepsi aynı cümleyi
kuruyor: Namusumu temizledim! Eh ne de olsa namusu sadece kanla ölçen bir
toplumun içindeyiz!
Ben İstanbul’da
Moda’da oturuyorum. Son bir ay içinde dört kadın gözlerimin önünde dövüldü.
Hayatımda ilk kez 155’i arayıp yardım istedim. Hele bir sahne var ki
ürperiyorum hala. Gecenin bir yarısı çığlıklar üzerine balkona çıktım. Kimse
yoktu. Karşı kaldırımda, iki araba arasında iki boru gördüm, soba borusu sandım
da, bu semtte, bu yaz sıcağında bu borular neden orada anlayamadım... Sonra bir
erkek hızla geldi, soba borularını tekmeledi... O an bir çığlıkla borular
hareketlendi, zorlukla ayağa kalktı, anladım ki bir kadın. Ben aşağıya inene
kadar başka bir erkek alıp götürdü kadını!
Ertesi gün
apartmanın merdivenlerini silen kadınla konuştuk olup biteni. “Ben” dedi “Sadece
bizim kırsalda oluyor böyle şeyler diye düşünürdüm, demek buralarda da
oluyormuş”. Kırsal dediği de İçerenköy. Erkeklerin her yerde, her durumda aynı
olduğu, tıpkı ikimizin aynılığı, eşitliği gibi şaşırttı onu.
Gerçekten
erkeklerin kadınları öldürmesini akıl almıyor. Nedenler onlarca, ama hiçbiri
tek başına bu cinayetleri anlatmaya yetmiyor. Bu yüzden kadın hareketinden
Handan Koç’la konuştuk. Sorduk, yanıtladı:
Günde ortalama
dört kadın öldürülüyor, geçen ayın ortalarında bu sayı bir günde yediye kadar
çıktı. Belleğimi kurcaladığımda geçmişte cinayetlerin bu kadar olmadığını
düşünüyorum. Yanılıyor muyum?
Çok yinelendi
ama tekrar etmeliyiz: 2009 da DTP Van Milletvekili Fatma Kurtalan’ın verdiği
bir soru önergesi ile ortaya çıkan bir tablo var. Adalet Bakanı Sadullah Ergin
kadın cinayetlerinin 2002’den 2009’a kadar yüzde 1400 oranında arttığını
açıkladı. Yani yedi yıl önce bir kadın öldürülüyorsa bu sayı 14’e çıkmış. Bakan
2002’de 66 kadın öldürülürken, bu sayının 2009’un ilk 7 ayında 953’e ulaştığını
açıkladı. Sadullah Ergin’in açıklamasına göre, yıllar itibarıyla kadın
cinayetleri sayıları ise şöyle: 2003’te 83, 2005’te 164, 2005’te 317, 2006’da
663, 2007’de 1011 ve 2008’de 806 kadın öldürülmüş.
Seçimlerden önce
AKP kadın kolları topladığı Çalıştay’da vurguladı: 2011’e doğru düşme var. Ama düşse ne olacak? Artık mızrak çuvala
sığmıyor. Öte yandan rakamlar, hele resmi rakamlar tezlerimizi desteklediği
zannı ile bile olsa bu işin esasını oluşturmamalı diye düşünüyorum. Senede bin
değil de sadece otuz kadının “ailesi” tarafından öldürüldüğünü bilsek konu
gündemden düşecek mi?
Bu konuda önemli
olan bir şey var. Dünya üzerinde canına kıyılan kadınların yüzde yetmişi eşleri ya da sevgilileri olan erkekler
tarafından öldürülüyor. Bu geleneksel olarak da, modern olarak da böyle. Demek
ki var olan aşk-evlilik kültürü kadın kıyımını mümkün kılıyor. Neden? Soru
budur.
Rakamlı rakamsız
şunu iddia ediyoruz: Karanlık bir erkek egemen geçmiş var. Kadınlar hep canları alınabilir tehtidi
altında yaşamışlar. Bu görülmemiş, bilinmemiş, sayılmamış bir politik cinayet
türü. 1960’tan itibaren akademik ve resmi bir başlık haline geldi. Öncesi
binyıllardır gizli. Ama ne var; konu yeni yeni dünya kadınlarının feminizm
mücadelesi sayesinde ele alınıyor. İHD geçen hafta bir rapor açıkladı. Aynen
aktarıyorum:
“Yapılan
araştırmalarda kadına yönelik şiddeti doğuran aile dinamikleri hakkında hiçbir
bilgi birikiminin, kayıt ve belgeleme sistemlerinin bulunmadığı görülmüştür.
Türkiye’de yaşanan, kadına yönelik şiddet ve cinayet olaylarının, en az yüzde
64’ünde, mağdurların tehdit altında olduğu, aileleri, akrabaları, arkadaşları
ve çevrelerince bilinmektedir.”
İki binli yıllar
Türkiye’sinde yaşıyoruz. Bu dönemde erkek şiddetinin her türündeki genel artışı
iki dinamik etrafında ele almak lazım sanki. Bir arada sarmal etkileri olan iki
dinamik var. İktidar, başbakanın da dile
getirdiği üzere, kadın erkek eşitliği
fikrine karşı. Bu egemen dinamik. Öte yandan kadınlar erkeklere eskisi gibi
itaat etmiyorlar. Bu da diğer dinamik.
Kadınların bu
kadar kolay ve çabuk öldürülmesinin nedenleri çok... İstersen tek tek bu
nedenlere bakalım. Bugüne kadar şiddetin, baskının, eşitsizliğin altında hep
ataerkil yapıyı işaret ettik. Bu, bugün de kadın sorununun ve mücadelesinin
temel zeminlerinden biri. Bugünkü ekonomik yapı, sistemin işleyişi ile dünün
ataerkil yapısı arasında gösterim olarak bir farklılık var mı? Bu fark ya da
farksızlık cinayetlere neden oluşturuyor mu?
Öncelikle
süreklilik gösteren bir şeyi tekrar tekrar ele almalıyız. O da tüm dünyada ev
içlerinde, kadınların kadın ve
erkeklerin erkek olmayı sürdürdüğü gerçeğidir. Öte yandan kadınların
yapabildikleri şeyler, yapmayı hayal edebildikleri şeyler geçen yüzyılla kıyas
edilemez. Bu yeni bir tarihsel durum.
Bir kadın şehirde çok karışık bir bankacılık işinin altından
kalkabiliyor veya üç çocuğu birden idare edip ayni zamanda evlere temizliğe
gidip bankada para biriktirmeye çalışabiliyor. Kadınlar değişti, değişiyor. Ama
aile, aşk, sevişme, ebeveynlik, ev işleri kalıplarında değişen çok az şey var.
Kadınlardaki değişimin denetimi kadın hareketlerine bırakılmıyor. Kadınlar da
kalıplarından çıkmak istemiyorlar. Ama değişim kaçınılmaz. Bu işin kadınlarla
ilgili yönü.
Bir de toplumun
tamamı için geçerli şöyle bir görüş var ki katılıyorum: Türkiye toplumunda büyük bir normsuzluk var.
Yani ortak bir normal yok. İnsanların
karşısında, yanında, içinde ayarlarını yapabildikleri bir yaşam, ahlak, kural
yok ortada. Sadece piyasa ve mitler var. Son norm üreten ideoloji
islamizmdi. O da hükümet ederken hem
kendini besler hem çürütür oldu. Yine de bir grup kadın için onun normları
geçerli.
Öte yandan
karşısında olunacak veya uyulacak değerler seçilemez halde. Büyük bir keşmekeş,
belirsizlik ve güvencesizlik söz konusu. Feminizm dâhil
dönüştürücü-eşitlikçi-devrimci politik ideolojiler de öğreten, yönlendiren,
isteyen, gelecek vadeden olmaktan kaçınıyor. Herkes mırıldanıyor,
şikayetleniyor, muhalefet ediyor. O
zaman iktidarda olan güçleniyor ki bu son derece karanlık bir ideolojik
bileşim.
Türkiye de ise
söyle bir şey oldu: Kadınlar talep
etmeyi kendilerinde hak görmeye başladılar. Bu yeni bir şey. Söylenmiyorlar;
açıkça istiyorlar, bunu hak görüyorlar. Değişim ve on yıllardır yükselen kadın
hakları -feminizm fikriyatının topluma sızan etkisi; kadınlarda kendilerinde
daha fazla talepkar olma hakkı görmelerine yol açıyor. Öte yandan kadınlar
değişmeden -değiştirmeden güçlenmek istiyorlar. O da olmuyor.
Yani klasik
kadın kalıbının dışına biraz çıkmadan erkeklerin şiddetine karşı koyabilmek çok
zor. Kuvvetli olmanın yeni formüllerini, yeni çekici-güçlü kadın kalıplarını
üretmek zorundayız. Bu dediğim de cins mücadelesinde topyekûn bir kıpırdanma
olmadan, kadın hareketinin kurumları güçlenmeden, sadece hanelerdeki cinsler
arası çatışma ile oluşmuyor.
Otuz yıllık
savaşın bu cinayetlerdeki payı sence ne? Askerde öldürmeyi öğrenen erkekler,
birer cinayet makinesine mi dönüştü?
Askerlik ve
savaş muhakkak içinde biçimlenen genç erkekleri etkiliyor. Savaş ve öldürmeyi
öğrenmek insani insanlıktan çıkaran bir şey.
Vatanı namusun gibi koruma ideolojisi, yani düşman addedilen erkeklerle
evde seni bekleyen anne, aile, eş, çocuk, namus için kapışılması gerektiği zaten devletin erkeklik ideolojisinin
temelinde hep canlı tuttuğu bir motif.
Ama insanlar kadın erkek birlikte savaşabilir. Kadınlar savaşabilir,
savaşıyorlar da.
Bizim ülkemizde
devam eden bu
kirli savaşta devlet önce üniversitelileri de içeren bir kuşağı cepheye sürdü.
Sonra yanılmıyorsam son on beş yıldır ölüme daha fakir ailelerin çocukları
Mehmetçikler sürülüyor. Şimdi ise paralı askerlerin ve özel polis timlerinin
oluşturulması söz konusu. Bu herhangi bir toplumsal anlamdan, klasik
militarizmden, yurt savunması ideolojisinden bile daha karanlık bir çürüme
işareti. Dünyada mecbur olduğu için değil istediği için, geçim için sürekli bu
işi yapan erkekler yetiştiriliyor olması çözüm değil. Sevinilecek bir şey hiç
değil.
Otuz yıllık
savaş hayatının en korkunç, en heyecanlı kısmı askerlik olan erkekler bıraktı
geriye. Bu erkekler hemcinsleri ile dayanışmayı, acıyı, iyi ve kötü şeyleri bu
kirli savaşın içinde öğrendiler. İnsani bir ortamda kadın erkek beraber yaşanan
bir sosyal hayat içinde büyümediler. Köy
ve kasabaların, Anadolu şehirlerinin ve uzak kenar mahallelerin çocukları
evlenmeden önce askere gittiler. Onların
pek çoğu genç erkekler ve kadınlar olarak birlikte hoş şeyler yapılan bir ortam
bilmiyorlar. Belki bir tek düğünlerinde kadınlarla omuz omuza oldular. O da
beraber oynayabiliyorlarsa. Uzak
kışlalarda hınç, korku ve kan
içinde erkek erkeğe büyüdüler. Kadınları fuhuş içinde tanıdılar tandılarsa. Bu
erkekler evlerinde kadınlara sığınabiliyorlar ama eşlerini- eşitleri olarak
göremiyorlar. Onlar eşlerine, eşleri onlara hiç benzemiyor. Apayrı
dünyalardanlar, bu çok önemli.
Eğitimle
şiddetin arasındaki bir bağ hep kurulur, ancak öldürülen kadınlara ve erkeklere
baktığımızda, bu algıyı kıran örnekler de görüyoruz. Söz cinayetle
sonuçlanmayan şiddete geldiğinde, deneyimler, veriler bize arada pek fark
olmadığını anlatıyor. Eğitimli erkek şiddeti öldürmeyecek şekilde uygulamanın
da mı bilgisini alıyor?
Eğitimin nerede,
nasıl alındığı önemli. Yani
modern-cumhuriyet eğitimi aldık biz. Şarkı neydi? Erkekler için küçük asker, kızlar için küçük
Ayşe . Birisi tüfeğine, birisi bebeğine bakıyordu. Şimdi de aynı kalıp ama
post-modern eğitim altında devam ediyor. Kızlar Barbie bebekle alışveriş oyunu,
erkekler otomatik tüfekle, hızlı araba simülasyonu oynuyor. Üstelik kızlar
pembe, erkekler mavi meselesi eşcinsellik korkusu ile birlikte eğitimli evlere
daha bir girdi. Yola böyle başlanıyor.
Erkeklerin
kızlara sahip olmak -olmamak meselesi okul eğitimi ile aşılabilir mi? Neden
olmasın ama toplumda asgari insanlık bilgisinin ekseninin kaydığı bir
eğitim-eğitimsizlik hüküm sürüyor şu anda.
Paralı ve son derece gerici bir eğitim sistemi söz konusu. Yeni ortaçağ ortamı güvensizlik, bencillik ve
ümitsizlik aşılıyor ve cinsiyetçi altyapıları sarsacak atılımların böyle bir
ortamda köklenmesi çok zor. Büyük ve güçlü bir kesinti, bir kopuş, bir devrim
olmadan düzelemeyecek erkek egemen bir insanlık kalıbı var.
Şimdi bazı evler
var ki orada kadınları öldürmenin kuralı var. Modernizm öncesine ait ve devir
ederek yaşayan aşiret düzeni, açık kurallı
bir kültür. Kadın kocasına veya ailesine karşı ahlaksız addedilen bir hareket
yapmışsa karar verilip öldürülebiliyor. Ama toplumun ortalama organizasyonu
öyle berbat ki ve o kadar fenaya gidiyor ki birçok yoksul onu açıkta bırakan bu
toplum örgüsüne aşiret sistemini veya ona benzeyen cemaat sistemini tercih
ediyor.
2004’deki
Güldünya cinayeti sembol örnektir. Yani kız kardeşini öldürmek o abi için
yasaldır, meşrudur. Böyle düşünenler çoktur, onlar caniler olarak görünmüyor,
cemaatlerinde senin benim gibi saygı
gören insanlar . Şimdi bu aşiret kültürü yaşıyor. Mafya kültürü yaşıyor.
Eşitsizlik sisteminin hiçbir öğesinin kökü kazınmamış bir dünyada egemenler
aile diyor da , kadın sorunu diyemiyor.
Aile elden gidiyor, milli manevi değerlerimizi koruyalım diye bir eşitlik
karşıtı cereyan aileleri ilmihallere sürükledi. Şu kesin ki muhafazakâr düşünce kadını itaat ettirmek
için vardır. Birçok erkek için o yüzden
örtülü eş makbul.
Yoksulluk,
yoksunluk da şiddetin nedenlerin biri olarak gösterilir. Artan yoksullaşmanın,
liberal politikaların da cinayetleri kışkırtıyor olmasından söz edilebilir mi?
Kadınlarla
yapılmış bir anket var; aile içinde en büyük sorun olarak neyi görüyorsunuz
dendiğinde yüzde yetmişe yakını evin geçimi cevabını vermiş. Aslında bu erkekler
için de böyledir. Kocalar güvenli işlerde çalışıyor olsa aileler ve kadınlar
daha mutlu olur, ama bunun bir koşulu da kadınların sinip itaat etmesidir.
Örf-adet -töre-din paranın yönetimini erkeklere bırak, diyor. Cumhuriyet
devrimleri ile kadınların eline geçen imkânları cumhuriyet karşıtı kadınlar da
kullanıyorlar bugün. Bu da her çeşit erkeği çıldırtıyor. Cinayet erkek işsiz
kaldığı için değil, işsizliğin sorunlarını kadınla eşit paylaşmak istemediği
için işleniyor genellikle. Ya da kadın bu yüzden ayrılmak isterse ya da kendi
para kazanıp parasının tüm yönetimini eşe bırakmazsa, ya da eşinin başka
kadınlarla olmasına göz yummazsa , en fenası başka bir hayata geçmek isterse
erkek çıldırıyor.
Aslında bu
şiddete hep neden arayan, nedenlerini gösteren de kadın, daha doğrusu kadın
hareketi oldu. Bu bazen bana erkeklere mazeret arıyormuşuz gibi geliyor.
Genetik kodlamanın payını göz ardı mı ediyorum sence?
Ben konunun
biyolojik yönünü zayıf bir etken olarak görüyorum. Yani ben daha bu sabah
şiddet görmüş ve üç çocuğu ile eşinden boşanmayı başarmış yoksulca bir kadın arkadaşla sohbet
ediyordum. Geçimini çalışarak sağlayan
bu kadın sabah haberlerinde bir kadının eşini bıçakladığını dinlemiş. Bana dedi
ki: İş artık tersine gidiyor. Kadınlar erkeklere günlerini gösterecek. Yani
kadınlar erkeklere karşı kıyıcı olamaz diye bir şey yok. Kıyıcı olmamalılar
diye de düşünmüyorum ben. Zorla güzellik olmuyor, ama zor kullanmadan da
çirkinlikten, zulümden kurtulunmaz.
Türkiye’de
erkeklerin en önemli ortak özellikleri kadınların hizmetine, ama kendi
bedenlerinin ve bütçelerinin özgürlüğüne de bağımlı olmaları. Ayrıca iyi
aşık-eş olmayı bilmiyorlar. Aşk eşle yapılmaz sanıyorlar. Hepsinin içinde
yakınları olan kadınlara karşı bir derebeyi yatıyor. Ama suskun, ama
konuşkan. Kadına boyun eğmek de onları
mahvediyor. Hâlbuki kadınlar bayılıyor güçlü -paralı bir erkeğe boyun eğsin
diye.
İstisnalar var elbet.
Erkekler
kadınlara ne der? Bana karışma! Kadınların en çok tokat yedikleri an bir konuda
görüşlerini belirttikleri an oluyor. Sen ne konuşuyorsun benim karşımda, bana
rağmen der ve basar tokadı adamlar. Bu genetik değilse, yönetmeye alışmanın
verdiği reflekstir.
Tabii dünyaya da
bakmak lazım Bizde hepsi namus cinayeti olarak tanımlanan cinayetlerin bazıları
birçok Avrupa ülkesi cinsiyetçileri tarafından da aşk-kıskançlık cinayetleri
olarak tasnif ediliyor. Şöyle bir şey var; erkekler erkek olarak, yani
kadınları mülklerinin bir parçası olarak görebilen kişiler olarak
yetiştirildikleri için özellikle seviştikleri kadınların, eşlerinin, kafalarına
uygun gelmeyen bir davranışını gördükleri zaman kendilerinden
geçebiliyorlar. Kendilerini bu
infiallerinde o anda çok hâkli görüyorlar. Sonraki pişmanlıkları da tamamen yalan
değil, çünkü pek çoğu refleks olarak kadınları şiddetle cezalandırmaya yatkın.
Düşünüp yapmıyor, kendine teslim olmuş halde vuruyor kırıyor.
Aslında pek çok
erkek arasında bu konuda bir duygudaşlık var. Yani katil-adamın halinden
anlıyorlar, Neredeyse bazı durumlarda bunu hak olarak görüyor,
hissediyorlar. Ayrıca yaygın olarak
okunan “Veda hutbesi”nin Türkçe versiyonu erkeklere kadını dövme izni veriyor.
Öte yandan kadınların toplumsal-ekonomik hayatlarında pek çok değişiklik olsa
da aşk-evlilik-cinsellik kalıplarından değişim çok az. Onlar hala
sevildikleri-sevdikleri bir erkek için fedakârlık yapmayı istiyorlar, en
çok fedakârlıklarının hiçleşmesinin
karşılığı olarak parasal güvence istemeyi biliyorlar.
Kadınların hak
aradığı, bir kısmını kazandığı, çalışan kadın sayısının görece de olsa arttığı,
kadınların şiddeti dillendirdiği, yolunda gitmeyen ya da şiddet gördüğü
evlilikten kurtulma yolları aradığı bir dönemde kadınların öldürülmesi,
erkeklerin kadınları “eve” döndürme arzusu olabilir mi?
Eve dönmeseler
de itaatlerini sürdürsünler isteniyor.
Çalışan ve erkeğini bebek gibi besleyen kadınlar var. Kadınların
karşısında sus pus olan erkekler de var muhakkak, ama bu bir arıza, bir
hastalık oluyor toplum için. Oysa erkeğinin sözünden çıkmayan, ona itirazlarını
onun eşref saatinde onun gururunu kırmadan, kimse yokken yapan bir model
kimseye hastalıklı görünmüyor.
Şöyle bir şey
var aslında, yine Güldünya bu açıdan sembol. Bu cinayet 2004’te işlendi.
Güldünya ailesinden kaçıp sığınacak bir yer arıyordu. Ana fikir budur. Bu işin
kaynağı ailedir. Elbette dediğin doğru, kadınların aile içinde çalışmaları,
uyumlu olmaları istenen. Peki, problem olunca ne olacak? Kadın yine ailesine
gidecek. Güldünya’nın kaçıp İstanbul’a getirdiği çocuğu şimdi kimin yanında büyüyor?
Annesini öldüren büyükanne ve babasının elinde. Bunlar ağır şeyler. Biz
feministler, aile içinde dönen ağır suçlara meraklı değiliz, biz mutlu olunsun
istiyoruz, suçların gizlenmesine karşıyız. Yıllardır doğrulanıyor dediklerimiz.
Kadınlar aile dışında güçlenmeyi bilmedikçe bu acıları yaşayacaklardır.
Ama adından
kadın çıkarılmış aile konmuş olan bakanlığın başına gelen Fatma Şahin ne diyor:
“Feminizmin kimseye yararı görülmemiştir, ben feminist değilim”. Burada bakan
ben feministim dese zaten yalan olur, ama olmama gerekçesi güzel: yararı yok.
Çünkü köklü bir değişim isteyen feminist düşünceler karışıklık yaratıyor. Nimet
Çubukçu da cinsler arası huzursuzluk istemediğini söylerdi bakanken. Adamlar
günde üç kadın öldürüyor. Onlar huzursuzluk çıkarıyor. Hükümetin çizgisi
elbette cinayetleri önlemeye çalışan bir çizgi olacak. Ama onlar her zaman
kadınları yatıştırmaya endeksliler.
Nasıl
yatıştıracaklar? TOKİ’de ev vereceğim, huzur siteleri kuracağım, elektronik
kelepçe takacağım. Sanki konu hırsızlıkgibi bir suç. Onlar işin aslıyla uğraşanları denetlemek,
onlara fırsat vermemek istiyorlar.
Türkiye sağı -muhafazakârı-İslamcısı kadınların ahlaki çöküş- aileden
kopuş yüzünden sıkıntı çektiğine inanır. Toplumu buna inandırıp kadınları
sindirmek baş misyonlarıdır.
Devletin bu
konuda ne düşündüğünü özetledin, neler öngördüğünü, feministlere hangi
pencerelerden baktığını da anlattın. Ama yine de feminist hareket talep
etmekten vazgeçmiyor, devleti uyarmaktan da...
Türkiye’de kadın
hareketi çok güçlü ve sürprizli yanlar taşıyan bir hareket bence. Şiddet
konusunda muazzam bir emek ve gayret içinde çalışan gruplar, kurumlar var. Fatma Şahin geçen hafta kadın cinayetlerini
önleme başlığı altında birçok kadın sivil toplum örgütüyle bir toplantı yaptı.
Konu ile ilgili çalışan kurumlar bakanlığa önerilerini liettiler. Mor Çatı bir
bülten yayınlıyor, internetten de okunabiliyor.
Orada düzenli bilgilere ulaşmak mümkün.
Mesela, Mart 2008’de yayınlanan bir korunma yasası var, hareket onunla
ilgili düzenlemeler yapılmasını istiyor. Bakanlık önerileri dinlemiş.
Önümüzdeki hafta açıklama gelecek, göreceğiz. Yasalarda eskisine göre çok
değişiklik var. Zaten toplantı yasal düzenlemelerle ilgili yapıldı.
Malum yasalar
iyidir, ama kadınlar adliyenin yanında bile otursalar yasalara çok uzak bir
alemde yaşarlar. En önemli talep iyi
işleyen kadın sığınakları. Bunu yapmıyorlar. Bugüne kadar yapılamayan en önemli
şey kadınların güçlenmesinin esas amaç olarak görülmesidir. Çok karışık bir dönem
yaşıyoruz. Bakanlığın adından kadın çıkarıldı, biliyorsunuz. Aile ve sosyal
yardım bakanlığımız var. Kadın erkek eşit değildir, diyen bir başbakanımız var.
Öte yandan kadın hareketi kendi içinden bakanlığa bir danışman vermiş durumda,
Selma Acuner Fatma Şahin’in danışmanlarından biri.
Yani başa
dönersek feminist olmanın kıstasları da biraz fazla karışmış durumda
bence. Tabii bu da bir çizgi. Kadın hareketi birçok farklı çizgiyi hep
içinde barındırmasıyla zengin bir harekettir.
Ama bana bu dönemde iktidarı-muhafazakârları meşrulaştıran katılımlar,
konuyu bulanıklaştıran çizgiler yararsız, hatta yer yer zararlı görünüyor.
Ben bu dönemin
egemenlerinden kadınların siyasi düzene ve aile içi düzene uyumunu örgütleyecek
tedbirlerden başka hiçbir verim beklemiyorum. Muhafazakârlar kadınların boşanması,
ailelerin dağılmasını ana problem olarak görüyor ve cinayetlerin kendi
önerilerinin dışına çıkanların başına geldiğini düşünüyorlar. Aldıkları bütün
tedbirler aileyi güçlendirmeye yönelik.
Ezilen cins de çoğu zaman çareyi kendi gücünde değil, yuvanın gücünde
arar. Oysa kadınların kurtuluşu güçlü millet, devlet ve aile arayışında
olanlarla yol ayırarak, ayrı cepheler açarak gerçekleşebilir. Ev içinde ayaklar baş olmayı istemeden “başlar
sistemi” ortadan kalkmaz. Ben kadınlar, öldürseniz de boyun eğmeyeceğim;
kaderimi sizin bıçağınız,
yatıştırıcılarınız, kurallarınız
değil benim ve cinsimin yeni kuralları belirleyecek diyerek, her şeyi
değiştirebilirler diye düşünüyorum.(BG/ÇT)
·
Bu
yazı Mesele dergisi Ekim sayısında yayınlanmıştır.