05 Haziran
2016 00:35
Faili
meçhullerin, işkencelerin, tacizlerin, tecavüzlerin coğrafyasında adli tıp
uzmanı olarak insan hakları için ömrünü mücadele etmeye adamış bir kadın Şebnem
Korur Fincancı. ‘İdamlardan işkencelere, infazlara bir şekilde tanık olmuş ve
tesadüfen ayakta kalmış biriyim’ diyor birçok şeyi göze alıp, devletlerin
sakladıkları cinayetleri belgelerken korkusuzca
Faili
meçhullerin, işkencelerin, ölümlerin eksik olmadığı bir coğrafyada insan
hakları savuncusu olmak ve buna ömrünü adamak kolay olmasa gerek. “Bana uygun
bir meslekti doktorluk, iyi ki doktor olmuşum, iyi ki insan haklarında görev
alamışım” diyor insan hakları savuncusu Şebnem Korur Fincancı. Üniversite
yıllarından beri ilgilendiği hak ihlalleri meselesi, sonrasında yaşamında
mücadele alanı olmuş onun için ve yıllardır yılmadan, korkmadan tanıklıklarını
dile getiriyor. Tehliklerle dolu bir coğrafyada kötülüklerin kendini teğet
geçtiğini, doğru söyleme şansının da hep kendini bulduğunu dile getiriyor
gülümseyen yüzü ve gözleriyle Şebnem Hoca. İstanbul Üniversitesi Adli Tıp
Anabilim Dalı Öğretim Üyesi ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) Başkanı Prof.
Dr. Şebnem Korur Fincancı ile insan hakları mücadelesini ve tarihe tanıklığını
konuştuk.
* Sizi ve
mücadelenizi tanımak istiyoruz hocam. Sadece mesleğinizi yapabilecekken neden
insan hakları mücadelesi ve nasıl başladınız?
70’lerde,
öğrenciliğimde, hak ihlallerinin çok yoğun olduğu dönemlerdi. İdamlardan
işkencelere, infazlara bütün bunlara bir şekilde tanık olmuş ve tesadüfen
ayakta kalmış biriyim. Çok yakın arkadaşlarımı kaybettim. Dolayısıyla tüm
bunların karşısında durmamak, muhalif olmamak mümkün değildi. Bir olayın nasıl
gerçekleştiğini ortaya koyma yollarından biri adli tıp, yani durumu belgeleme.
Adli tıpı düşünerek başlamadım tabi tıp fakültesine. Akademisyen olma hayalim
vardı ama yavaş yavaş klinikteki sınırlılıklar beni rahatsız etmeye başladı.
Çünkü mekanizma iyi işlemediğinde akademisyen olarak yapacağınız daha sınırlı.
Ama belgeleme sürecinde yani adli tıpta öyle değil. Ne olursa olsun mekanizma
iyi işlemese de siz eğer
iyi bir gözlemciyseniz, delilleri toplama beceriniz iyi gelişmişse bu
meknizmanın dışında gerçekleri ortaya koyabiliyorsunuz. O anlamda yapmak
istediklerime çok uydu. Asistanlık döneminde bir işkence olgusunun nasıl örtbas
edilebildiğine tanıklık ettim. O zaman kendime bir söz verdim, “Bu böyle örtbas
edilebiliyorsa, ortaya da konulabilir. Onun için uğraşmak gerekir” diye.
İyi ki adli
tıp!
80 sonrası
ortaya çıkanlar, yaşananlar hepsi etkendi aslında. Cezaevlerinde çok ağır
baskılar vardı. O ihlallerle ilgli ne yapılabillir diye çok sevdiğim ve bu
konuda kafa yoran, abilerimiz ablalarımız vardı. Mesela Ata Soyer bunlardan
birisi. Onunla başlayan bir süreç, sonrasında adli tıpta doğrudan bu alanı
nasıl kullanabileceğimizi derinleştirdik. Üzerine çalıştık. Bu alanda çalışınca
dünyanın değişik yerlerinden insanlarla bir araya geliyorsunuz. Bu anlamda bir
ekip çalışmasıyla İstanbul Protokolü çıktı ortaya. Mesela şimdi mültecilerle
başlayan yeni sorunlar var. Dünyada hak ihlalleri çok fazla var ve bu anlamda
insan hakları savuncusu olmak, adli tıpta çalışıyor olmak bana göre bir işmiş
diyorum. Birebir bir hastayla ilgilenmek yetmeyecekmiş bana, adli tıp çok daha
fazla olanak sağlıyor. Bir kere siyaseten mücadele edebilme olanağı sağlıyor.
Çünkü bu hak ihallerini gördüğünüzde aslında devletlerin gerçek yüzünü de
ortaya koymuş oluyorsunuz. İkicisi, hekim kimliğimle hastalarıma ulaşabilme
olanağı sağlıyor ve böylece hekim kimliğimi, araştırmacı kimliğimi doyuruyor.
Bir hocam önermişti adli tıp yapmamı. Beni iyi
tanıyormuş diye düşünüyorum. İyi ki yapmışım, başka da yapamazdım her halde...
* Tehlikeli
değil mi? İnsanlar sokak ortasında alınıp kaybediliyor, öldürülebiliyor, bunu
ortaya çıkarmak bu anlamda tehlikeli bir iş. Karşılaştığınız tehlikeler oldu mu?
Tehlike
algımla ilgili problem var sanırım. Hakikaten böyle garip bir cesaretim var.
70’li yıllarda çok büyük rastlantılarla yaşadık aslında biz. Yani 1 saat önce
ayrıldığımız arkadaşımız kaçırılmış Belgrat Ormanı’nda işkence edilmiş, cesedi
bulundu. Evden çıkıyorsunuz, arkadaşınızla çay içmişsiniz, ev basılıyor, evi
tarıyorlar. 16 Mart olduğunda İstanbul Üniversitesi kapısında, buluşmak için
sözleşmişsiniz, otobüs gecikmiş, ders uzamış yetişilememiş. Belki bunun
getirdiği bir duygudur, bir sürü şey teğet geçmiş diye düşünüyorum. Dolayısıyla
şansılıyım ben. Tabi çok dolaylı bir takım şeyler yaşamadım değil. Ortaya
çıkacak suçun delillerini aramaya Şebnem Korur Fincancı gider. Yani tesadüftür.
Mesela Bosna’da toplu mezarlar için gittik. Benim çalışacağım mezarın doğal
özellikleri sebebiyle cesetler sabunlaşmıştı. Bu şöyle bir anlam ifade ediyor:
Çıkardığınızda bütün haldeler, üzerinden 4 yıl geçmiş. Normalde kemik çıkar ve
dağılır dolayısıyla. Hangi eşya, hangi pozisyonda bilme şansınız yoktur.
Bizimkiler elleri bağlı, gözleri bağlıydı. Bu şu anlama geliyor: Bu insanlar
doğal nedenlerle ölmediler, yani savaşta salgın hastalık olabilir, başka doğal
yollarla ölmüş olabilirler. Ve halk sağlığı için orada gömersiniz başka bir
şansınız yoktur. Bizde ise tam tersine biz olayın bir katliam olduğunu söyleme
olanağına sahip olduk.
Bizi tehdit
etmek için geldi
Yani bu bir
tesadüf ama, mesela Cizre’de de bodruma girdiğimde bir çene buldum ve bir
çocuğun da orada olduğunu söyleme olanağım oldu. Mesela Bahreny’de de elektrik
izine ulaşacağımı hiç bilmiyordum, hiç beklemiyordum.
‘Birgün
halklar bu sistemin nasıl bizi tükettiğini görecek, biz hak ihlallerini görünür
kıldıkça. Çünkü bu sistem krize girdikçe savaş çıkarıyor. Hak ihlalleri de
sürüyor bu yüzden, biz de mücadele ediyoruz’ diyor Şebnem Hoca geleceğe dair
umutlarını koruyarak...
Adli tıpta
çalışırken ‘İstifa et’ dediler, aslında çok saçmaydı, çünkü benim istifa etmeme
gerek yoktu görevden alırlardı ki aldılar sonrasında. O anlamda çok şey
yaşamadım. Bahreyn’de yeşil pasaportum falan vardı, izliyorlarmış tabi ama
temel güvenlik önlemlerini almıştık zaten. Otelde kalmadım çünkü adli tıp
uzmanı bekliyorlardı. Orada şanslıydım kadın beklemiyorlardı ve Avrupa’dan
beklemiyorlardı. Filipinler’de peşimizden ordu kuvvetleri geldi. Oradaki yaygın
öldürme biçimlerinden biri motorsikletli birileri geliyor, kaskı karanlık,
vuruyor gidiyor. Bizimle toplantı yaptı bir birlik, “Biz hak ihlali yapmıyoruz”
diye. Bahçede sigara içiyorum herkes girdi içeri, ben bahçedeyim. Bir cip
geldi, cipten bir kadın indi ama kadın motorsiklet kıyafetiyle indi ve elinde
de kaskı var. Gelip bize biz hak ihlali yapmıyoruz diyen de bu kadın. Dediler
ki bu kadın motorsikletle geldi, yok dedim ciple geldi ve bizi tehdit etmek
için böyle giyinip geldi. Sonrasında bunu raporumuza yazdık özellikle. Ya da
cezaevi raporu yazıyoruz askerler geldi uzun namulu silahlarıyla. “Niye
geldiniz” diyorum, sizi korumuk için geldim diyor. Belli ki bizi korkutmak için
gelmişler. Öyle şeyler yaşadım, yaşadık yani.
*Sizi en çok etkileyen dosya hangisi oldu?
* Peki bu
krizden çıkışın yolu nedir?
Hakikati kabul etmek, bu hakikatin
üzerinden yürümek önemli. Halklar için merak etmek, soru sormak önemli.
Özyönetim iradesini önemsiyorum. Gezi’de de aslında bir biçimde bunu denediler,
çok farkında olmadan. Sorunlara ortak karar alma mekanizmlarıyla, paylaşımlarıyla
denediler. Örtüştürebilseydik Kürtlerin mücadelesiyle, çünkü onlar çok şey
öğrendiler. Ve bizi bir yere taşıdı. Gezi de öyleydi. Bunları birleştirerek bir
şeyler yapmalıyız. Özyönetim devletin benim için ortadan kalkmasının vücut
bulmuş halidir. İnsanlar paylaşarak sistemlerini kurabilirler diye düşünüyorum.
Ne kadar sürer bilmiyorum ama dayanışmayı öğrenmek lazım, paylaşmayı bilmek lazım.
Türkiye’de bu deneyimlerden yola çıkarak baktığımızda bütün siyasetlerde
iktidar davranışı çok yaygın. İktidardan nasıl uzak duracağımızı bulmalıyız.
Sistem kirletiyor bizi. Çok kolay değil ama başarabiliriz. Ben hocayım, bir
seçenek olarak bırakıp gitmeli miyim ama böyle mi daha etkili olur, kalıp
mücadele ederek mi? Sistemde kalıp, sisteme kapılmadan bunu yapmaya
çalışıyorum. Her sene 500 öğrencime Kürdistan’da ne oluyor, Ermeni Soykırımı
nasıl oldu. Paylaşmak çok önemli. 22 yıldır bunu yapıyorum. 94’te ders
anlatırken “Kim asıl bebek katili” diye anlattığımı biliyorum.
* Karşılığı ne
oldu hocam?
Çok örgüt
yaşlanır ama Tabip Odası yaşlanmadı, çoğu benim öğrencim mesela. Adli tıp kolay
değil ama bu anlamda çalışmak isteyen öğrencilerimiz oluyor ve çok güzel.
Mülksüzüm bir arabam var, onu da herkes kullanabiliyor. Kirada oturuyorum.
Benim seçimim bunlar ve bu anlamda insan hakları alanında olmaktan mutluyum...
Herkesin yapabileceği bir şey vardır, benim de budur diye düşünüyorum.
* İlk
tanıkılığınızla şimdiki tanıklığınız nasıl?
Gerilla ve
asker ölümlerinde çok bir değişiklik olmamış. Çatışmalı dönemle aynı aşağı
yukarı. Ama 2000’lerin başlarından 2015’e kadar 3-5 kişi öldü ama 2015’te
birden yükseldi. Geçen sene İç Güvenlik Yasası çıktı. Onunla birlikte 2015’in
ilk 3 ayında 5 sivil ölümü var. Ağostos’ta sokağa çıkma yasağıyla birlikte
300’ü aştı bu
sayı. Bu yılki raporumuzda Nisan 21’de 338 sivil ölüm olduğunu söyledik.
90’lardan farkı bu. Şimdi halka yönelik bir saldırı var. Halk artık doğrudan
mücadele ediyor. Eskiden kanaat önderleriyken, şimdi halk. Bu insanlar 90’larda
zorla göç ettirilen çocuklar. Yaşadıklarımız Türkiye’nin bir arada yaşama
şansını ortadan kaldıran bir durum diye düşünüyorum. Ama umutsuz olmamak lazım.
* Cizre’nin
çocukları daha ağır şeyler yaşadı, ne olacak?
Yaraları
onarmak kolay değil, bir arada yaşamak için çok çaba sarf etmek lazım. Benim
herkesin iradesine saygım var nasıl istiyorsa yaşasın diye. Evinin yıkıldığını
gören bir çocuk nasıl kendini güvende hissedecek de benimle oturup çay içecek?
JÖH’ü PÖH’ü görüyor, tahtasına yazı yazanı görüyor, ablasını, kardeşini
öldüreni görüyor. Oradaki JÖH-PÖH için de öyle, bu kadar şeyi yapmış biri nasıl
karışacak topluma. Sokakta hasta tedavi edene kurşun sıkan, cenazeleri soyup
teşhir edenlerle, nasıl bir arada yaşayacağız, nasıl sağlıklı olacaklar...
Reyhan Hacıoğlu