Günseli Işık
07 Ocak 2015
Geoff Dyer
Bir yazar, sinema
tarihinin en gizemli filmlerinden Stalker’ın peşine düşerse ne olur?
Tarkovski’nin, seyirciyi eşiğine kadar götürdüğü ‘oda’ya erişmek yazara nasip
olur mu? Günümüzün sıra dışı yazarlarından Geoff Dyer, Zona adlı
kitabında bu sorulara cevap arıyor. Yazarın alışılmadık bir film okumasıyla
kişisel bir yolculuk olarak ele aldığı Stalker yorumu, şimdi Türkçede. Dyer ile
kitabını konuştuk.
Zona, Türkçede
büyük bir yayınevi tarafından yayımlanan ilk kitabınız. Daha önce İçimdeki
Yağmur, (Yoga For People Who Can’t Be Bothered To Do It) daha küçük bir
yayınevince basılmış ama Türkiye’de pek dolaşıma girmemişti. Zona sizi
Türkiye’deki okurlarla buluşturmak için doğru bir seçim mi?
(Gülüyor) Herhalde
daha kötü bir seçim olamazdı diye düşünüyorum, çünkü kitabın ticari
çekiciliğinin fazla olduğu söylenemez. Diğer taraftan, Nuri Bilge Ceylan’ın
Uzak filmindeki yazar kahramanın kuzeniyle birlikte Stalker’ı (İz Sürücü)
izlediği o muhteşem sahne hakkında uzun bir dipnot düştüğüme çok memnunum.
Belki bu bile kitabın Türkiye’deki edebiyat ve sinema çevrelerince ilgi
görmesine yetecektir!
Kitaptaki bazı
yazıların daha önce kaleme alındığını söylüyorsunuz (The Guardian’da ve Durham
Kitap Festivali’nde değerlendirilenler). Bir bütün olarak Stalker’ı ele almaya
tam ne zaman ve nasıl karar verdiniz?
Tenis hakkında bir
kitap yazmak üzere anlaşma yapmıştım, aslında bu pek akıllıca değildi, çünkü ne
bir kitap için anlaşma yapmayı seviyordum ne de o tenis kitabını yazmak
istiyordum. Sonra Britanya Film Enstitüsü’nde Stalker gösterildi, ben de filmin
benim için ne ifade ettiğini anlattığım ve aslında hoşuma giden bir üslubu da
tutturduğum kısa bir deneme yazdım. Böylece o tenis kitabını yazmamak için,
tamamen eğlence amaçlı belki de pek de uygun olmayan, yine de çok hoşuma giden
bir şekilde Stalker’ı özetlemeye giriştim. Nihayet basılması için tenis kitabı
yerine Tarkovski kitabını teslim ettim ve hem Amerika’daki hem İngiltere’deki
yayıncım, haklarını teslim edeyim, kitabın yazılmaya başladığı ve dönüştüğü hal
arasındaki fark konusunda takdire şayan bir şekilde anlayış gösterdiler.
Film
eleştirilerinde kuramlara, ideolojik yaklaşımlara daima yer verilir ancak
kişisel tarih üzerinden yapılan okumaya pek rastlanmaz. Bu, üzerinde düşündüğüm
bir konuydu ve kitabınızı okuduyunca bu açıdan çok memnun oldum. Bir anlamda
sözlü tarih çalışması da sayılabilecek ve sinema tarihinin ‘seyirci’ ayağındaki
eksiği de kapayan bu üslubu tercih etme sebebiniz neydi?
Aslında tam olarak
bir seçim yoktu. Benim için kuram bir ölçüde ölmüştür. Goethe’nin, önce Walter
Benjamin sonra da John Berger tarafından alıntılanan şu cümlesindeki hali
hariç: “Ampirik olanın, kendisini incelenen nesneyle çok yakından özdeşleştiren
hassas bir biçimi var ki, bu nihayet kurama dönüşüyor.” Üslup, filmle ilgili
yazmaya başladığım andan itibaren beliren üsluptu. Seyirci konusundaki bakış
açımda önemli nokta şu: Hiçbir zaman belirli bir seyircinin temsilcisi olmaya
çalışmadım ve tek bir seyirci türünü de tutmadım.
Anlatının üslubu
kişisel olsa da çağrışımlar ve referanslar çok geniş ve farklı disiplinlerden.
Filmi tekrar (ya da tekrar tekrar) izlemek dışında kitap için filmle ilgili
başka çalışmalar yaptınız mı?
Tam olarak
araştırma yaptığım söylenemez ama filmin her boyutuyla son derece ilgiliydim ve
bu şekilde filmle ilgili bulabildiğim her şeye ulaştım.
Bir başka önemli
sanatçı, D.H. Lawrence hakkında da bir kitap yazdınız. Lawrence ’ın sizde yazar olma isteği
uyandırdığını söylemiştiniz. Tarkovski’yi sizin için özel yapan ne? O da sizde
bir yönetmen olma isteği mi doğuruyor?
Film yapmaya
yönelik hiçbir arzum yok. Yazı hayatında sevdiğim nokta, bir kitap yazmak için
kimseden izin almak zorunda olmamanız; öneri taslakları hazırlamak, ödenek bulmak
zorunda değilsiniz. Zamanınız olduğu sürece sadece yazıyorsunuz. Öte yandan,
film yapmak için her zaman izne ihtiyacınız var ve elbette bir sonraki aşamaya
geçebilmek için de paraya. Benim için bu, sonucunun ve getirisinin devasa
olacağını görebilsem de, bir tür cehennemi andırıyor. Şimdi Los Angeles’ta
yaşadığım için bunu çok daha güçlü bir şekilde hissediyorum.
Bunca izleme, bu
kadar çalışma sonunda bir şansınız olsa Tarkovski’ye film hakkında ne sormak
isterdiniz?
Bir şey sormak
istemezdim, pek çok söyleşisini okudum ama söylediği şeylerin çoğu benim için
pek de aydınlatıcı değildi. Başka insanların görüşlerinden eklemeler yapmayı
isterdim ama kitabı bitirdikten sonra öğrendiğim şeyler oldu. Film editörü
Walter Murch örneğin, kitabın yayımlanması sırasında yapılan sempozyumda film
hakkında muhteşem şeyler söyledi.
Doğru anladıysam,
Tarkovski’nin, inancın tamamen ve sonuna kadar bir sınama olduğu yönündeki
fikrine katılıyorsunuz. Öyleyse ‘Oda’ ve ‘Bölge’ hakkında –Tarkovski’den
alıntılar da yaparak- olumsuz yönde kesin hükme varmanızın sebebi nedir?
Filmle ilgili
nihai bir sonuca vardığımı sanmıyorum. Oda’nın etkisi konusundaki bütün o
şüpheler de zaten filmi bu kadar muhteşem yapan şeylerden.
Sizin de zaman
zaman yaptığınız gibi film Hıristiyanlık motifleriyle yorumlanabilecek
özelliklere sahip. Yine de bazı şeylerin belirsiz kaldığı ya da tam ters ikili
yorumlara imkân verdiği de ortada. Öte yandan, İslam referanslarıyla baktığımda
pek çok şeyin daha net olarak yerli yerine oturabildiğini gördüm. Bu yorum ya
da Tarkovski’nin inanca bakışının İslam’a daha yakın olma ihtimali hakkında ne
düşünürsünüz?
Bu konuda bakış
açımın son derece kısıtlı olduğuna eminim, çünkü din konusunda oldukça cahilim.
Film sürekli olarak bizi bir tür alegorik ve dinî okumaya teşvik ediyor ama
daha sonra alegorik yapı hızla parçalanmaya başlıyor. Olması gerektiği gibi.
Alegoriler ilgi çekici sayılmaz, sizce de öyle değil mi? Bence filmi iyi yapan
en önemli unsurlar, herhangi bir alegorik düzene yenik düşmeye karşı koyan
unsurlar.
Nihayetinde kendi
‘oda’nıza erişebildiniz mi?
Aslında ‘oda’ya
yazarken eriştim. Yazmak bir süre için benim en derin arzum oldu. Bu elbette
geçici bir tamamlanmışlık haliydi.
Kurmaca ve gerçek
arasında kesin bir ayrımı reddettiğinizi biliyorum. Bildiğiniz gibi, Kuzey Kore
hakkındaki Röportaj (The Interview) filmiyle ilgili bir kriz yaşandı. Öyle
görünüyor ki kimi durumlarda kurmaca ve gerçeklik arasındaki çizgi
silikleşebiliyor. Kitabınız bağlamında bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Bu kitabın
yapısına bağlı biraz da. Bazı kitapların doğru olması ve anlatılanların
güvenilir bir belgesinin bulunması gerekiyor. Benim ilgi alanıma daha çok bu
yükümlülüğün pek olmadığı türler giriyor. Bazı çağdaşlarımın inandığı gibi ben,
özellikle örgünün konvansiyonlarına bağlı olan romanın, belgesel doğruluk
fikrine bağlı olmayan şeyleri ifade etmek için otomatik bir araç olduğuna
inanmıyorum. Zona’ya gelince, o Davis Thomson’un referans kitabı A Biographical
Dictionary of Film (Biyografik Sinema Sözlüğü) için söylediği gibi, bazı
açılardan sinemaya gitmek hakkında bir roman.
Bir yazar, sinema
tarihinin en gizemli filmlerinden Stalker’ın peşine düşerse ne olur?
Tarkovski’nin, seyirciyi eşiğine kadar götürdüğü ‘oda’ya erişmek yazara nasip
olur mu? Günümüzün sıra dışı yazarlarından Geoff Dyer, Zona adlı
kitabında bu sorulara cevap arıyor. Yazarın alışılmadık bir film okumasıyla
kişisel bir yolculuk olarak ele aldığı Stalker yorumu, şimdi Türkçede. Dyer ile
kitabını konuştuk.
Zona, Türkçede
büyük bir yayınevi tarafından yayımlanan ilk kitabınız. Daha önce İçimdeki
Yağmur, (Yoga For People Who Can’t Be Bothered To Do It) daha küçük bir
yayınevince basılmış ama Türkiye’de pek dolaşıma girmemişti. Zona sizi
Türkiye’deki okurlarla buluşturmak için doğru bir seçim mi?
(Gülüyor) Herhalde
daha kötü bir seçim olamazdı diye düşünüyorum, çünkü kitabın ticari
çekiciliğinin fazla olduğu söylenemez. Diğer taraftan, Nuri Bilge Ceylan’ın
Uzak filmindeki yazar kahramanın kuzeniyle birlikte Stalker’ı (İz Sürücü)
izlediği o muhteşem sahne hakkında uzun bir dipnot düştüğüme çok memnunum.
Belki bu bile kitabın Türkiye’deki edebiyat ve sinema çevrelerince ilgi
görmesine yetecektir!
Kitaptaki bazı
yazıların daha önce kaleme alındığını söylüyorsunuz (The Guardian’da ve Durham
Kitap Festivali’nde değerlendirilenler). Bir bütün olarak Stalker’ı ele almaya
tam ne zaman ve nasıl karar verdiniz?
Tenis hakkında bir
kitap yazmak üzere anlaşma yapmıştım, aslında bu pek akıllıca değildi, çünkü ne
bir kitap için anlaşma yapmayı seviyordum ne de o tenis kitabını yazmak
istiyordum. Sonra Britanya Film Enstitüsü’nde Stalker gösterildi, ben de filmin
benim için ne ifade ettiğini anlattığım ve aslında hoşuma giden bir üslubu da
tutturduğum kısa bir deneme yazdım. Böylece o tenis kitabını yazmamak için,
tamamen eğlence amaçlı belki de pek de uygun olmayan, yine de çok hoşuma giden
bir şekilde Stalker’ı özetlemeye giriştim. Nihayet basılması için tenis kitabı
yerine Tarkovski kitabını teslim ettim ve hem Amerika’daki hem İngiltere’deki
yayıncım, haklarını teslim edeyim, kitabın yazılmaya başladığı ve dönüştüğü hal
arasındaki fark konusunda takdire şayan bir şekilde anlayış gösterdiler.
Film
eleştirilerinde kuramlara, ideolojik yaklaşımlara daima yer verilir ancak
kişisel tarih üzerinden yapılan okumaya pek rastlanmaz. Bu, üzerinde düşündüğüm
bir konuydu ve kitabınızı okuduyunca bu açıdan çok memnun oldum. Bir anlamda
sözlü tarih çalışması da sayılabilecek ve sinema tarihinin ‘seyirci’ ayağındaki
eksiği de kapayan bu üslubu tercih etme sebebiniz neydi?
Aslında tam olarak
bir seçim yoktu. Benim için kuram bir ölçüde ölmüştür. Goethe’nin, önce Walter
Benjamin sonra da John Berger tarafından alıntılanan şu cümlesindeki hali
hariç: “Ampirik olanın, kendisini incelenen nesneyle çok yakından özdeşleştiren
hassas bir biçimi var ki, bu nihayet kurama dönüşüyor.” Üslup, filmle ilgili
yazmaya başladığım andan itibaren beliren üsluptu. Seyirci konusundaki bakış
açımda önemli nokta şu: Hiçbir zaman belirli bir seyircinin temsilcisi olmaya
çalışmadım ve tek bir seyirci türünü de tutmadım.
Anlatının üslubu
kişisel olsa da çağrışımlar ve referanslar çok geniş ve farklı disiplinlerden.
Filmi tekrar (ya da tekrar tekrar) izlemek dışında kitap için filmle ilgili
başka çalışmalar yaptınız mı?
Tam olarak
araştırma yaptığım söylenemez ama filmin her boyutuyla son derece ilgiliydim ve
bu şekilde filmle ilgili bulabildiğim her şeye ulaştım.
Bir başka önemli
sanatçı, D.H. Lawrence hakkında da bir kitap yazdınız. Lawrence ’ın sizde yazar olma isteği
uyandırdığını söylemiştiniz. Tarkovski’yi sizin için özel yapan ne? O da sizde
bir yönetmen olma isteği mi doğuruyor?
Film yapmaya
yönelik hiçbir arzum yok. Yazı hayatında sevdiğim nokta, bir kitap yazmak için
kimseden izin almak zorunda olmamanız; öneri taslakları hazırlamak, ödenek bulmak
zorunda değilsiniz. Zamanınız olduğu sürece sadece yazıyorsunuz. Öte yandan,
film yapmak için her zaman izne ihtiyacınız var ve elbette bir sonraki aşamaya
geçebilmek için de paraya. Benim için bu, sonucunun ve getirisinin devasa
olacağını görebilsem de, bir tür cehennemi andırıyor. Şimdi Los Angeles’ta
yaşadığım için bunu çok daha güçlü bir şekilde hissediyorum.
Bunca izleme, bu
kadar çalışma sonunda bir şansınız olsa Tarkovski’ye film hakkında ne sormak
isterdiniz?
Bir şey sormak
istemezdim, pek çok söyleşisini okudum ama söylediği şeylerin çoğu benim için
pek de aydınlatıcı değildi. Başka insanların görüşlerinden eklemeler yapmayı
isterdim ama kitabı bitirdikten sonra öğrendiğim şeyler oldu. Film editörü
Walter Murch örneğin, kitabın yayımlanması sırasında yapılan sempozyumda film
hakkında muhteşem şeyler söyledi.
Doğru anladıysam,
Tarkovski’nin, inancın tamamen ve sonuna kadar bir sınama olduğu yönündeki
fikrine katılıyorsunuz. Öyleyse ‘Oda’ ve ‘Bölge’ hakkında –Tarkovski’den
alıntılar da yaparak- olumsuz yönde kesin hükme varmanızın sebebi nedir?
Filmle ilgili
nihai bir sonuca vardığımı sanmıyorum. Oda’nın etkisi konusundaki bütün o
şüpheler de zaten filmi bu kadar muhteşem yapan şeylerden.
Sizin de zaman
zaman yaptığınız gibi film Hıristiyanlık motifleriyle yorumlanabilecek
özelliklere sahip. Yine de bazı şeylerin belirsiz kaldığı ya da tam ters ikili
yorumlara imkân verdiği de ortada. Öte yandan, İslam referanslarıyla baktığımda
pek çok şeyin daha net olarak yerli yerine oturabildiğini gördüm. Bu yorum ya
da Tarkovski’nin inanca bakışının İslam’a daha yakın olma ihtimali hakkında ne
düşünürsünüz?
Bu konuda bakış
açımın son derece kısıtlı olduğuna eminim, çünkü din konusunda oldukça cahilim.
Film sürekli olarak bizi bir tür alegorik ve dinî okumaya teşvik ediyor ama
daha sonra alegorik yapı hızla parçalanmaya başlıyor. Olması gerektiği gibi.
Alegoriler ilgi çekici sayılmaz, sizce de öyle değil mi? Bence filmi iyi yapan
en önemli unsurlar, herhangi bir alegorik düzene yenik düşmeye karşı koyan
unsurlar.
Nihayetinde kendi
‘oda’nıza erişebildiniz mi?
Aslında ‘oda’ya
yazarken eriştim. Yazmak bir süre için benim en derin arzum oldu. Bu elbette
geçici bir tamamlanmışlık haliydi.
Kurmaca ve gerçek
arasında kesin bir ayrımı reddettiğinizi biliyorum. Bildiğiniz gibi, Kuzey Kore
hakkındaki Röportaj (The Interview) filmiyle ilgili bir kriz yaşandı. Öyle
görünüyor ki kimi durumlarda kurmaca ve gerçeklik arasındaki çizgi
silikleşebiliyor. Kitabınız bağlamında bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Bu kitabın
yapısına bağlı biraz da. Bazı kitapların doğru olması ve anlatılanların
güvenilir bir belgesinin bulunması gerekiyor. Benim ilgi alanıma daha çok bu
yükümlülüğün pek olmadığı türler giriyor. Bazı çağdaşlarımın inandığı gibi ben,
özellikle örgünün konvansiyonlarına bağlı olan romanın, belgesel doğruluk
fikrine bağlı olmayan şeyleri ifade etmek için otomatik bir araç olduğuna
inanmıyorum. Zona’ya gelince, o Davis Thomson’un referans kitabı A Biographical
Dictionary of Film (Biyografik Sinema Sözlüğü) için söylediği gibi, bazı
açılardan sinemaya gitmek hakkında bir roman.