1.
İlk olarak yazıyla kurduğunuz ilişkiyi nasıl tanımladığınızla yola çıkalım?
Yazı bir
gereçtir. Bir şey yaparak hayata etki etme, onu yeniden örgütleme, yeni özneler
yaratma ve onların aralarında yeni ilişkiler kurmalarını sağlama işinin aldığı
bir biçim. Yazı, politiktir. Böyle bakılırsa, ilerici yazın ve gerici yazın
vardır. Eski kelimelerle hayatı açıklayamayacağımız bir aşamaya, insanlığın
çürüme aşamasına geldik dayandık. Yeni insan gerekir; çünkü eski özne olma
biçimlerinin çöktüğünü, artık işlemediğini anlıyoruz. Eski özne olma
biçimlerinden kapitalist insan’ın nasıl bir varlık olduğunu, kendini kapitalist
bir işletme, hayatı da bir iş gibi ele aldığını hepimiz her gün yaşantılıyoruz.
Dolayısıyla bunu geçersizleştirmek, tamamen gereklidir. Yerine önerilen özne
olma biçimi olarak sosyalist özne, geçen yüzyılın başında sahneye çıktı; büyük
ideallerle insanlığın kapitalizmin ötesinde yaşamaya başlayacağı bir dünya
vaadini vaaz etti ve hızla çöktü. Despotik asker-bürokrat devletlerinden başka
bir şey üretemedi açıkçası ve bireyin yok edildiği bir devlet biçiminde bir
özne aramak elbette yersiz. Bu, o zamanlarda bile görüldü ve eleştirildi.
Nitekim bu sistemin yaşamla örtüşmezliği, büyük ve kudretli bir yıkımla bir yüz
yıla yakın sürdü. 1990’lar, Berlin
Duvarı’nın yıkılmasıyla tamamlanan bu süreç, bizi özgür insanlar olarak
yeryüzünde bulunmanın bir biçimini söyleyen bir umudun yıkılmasından başka bir
şey değil.
Dolayısıyla 1970’lerde, diyelim, yazar, bir yanılsama olarak sosyalizme bağlı
ve ezilen sınıflardan yana edebiyat yapabilirdi ve bu iyi kötü bir eksen olarak
işliyordu gerçekten. Ya da tersi, muhafazakâr yazın, ya da sistemin içindeki
insanın eğlenmesi, sistemin normalleştirilmesi temelinde işleyen yazın. Fakat
günümüzün yazarı açısından işler daha karmaşık bir hal aldı. Kendini budala
yerine koymadan Ortodoks manada Marksizm savunulamaz artık. Asker-bürokrat
devleti istiyorum demenin sosyalist jargonla ifade edilmesi, bu içeriği
değiştirmez. Bugün yeni bir eksene gereksinimimiz var ve ben bunun özgürlük
kavramında içerildiğini düşünüyorum. İnsanın özgürlüğünü vaaz eden metin, insanı
mevcut sistem içinde tutmaya yarayan metin.
Gerici yazın, diyelim Orhan Pamuk, Elif Şafak gibi isimlerin ürettiği yazındır.
Mevcut sistemden kopuşu önermeyen bütün o edebi saçmalıklar, bütün o
“incelikli” yazma merakı… Orhan Pamuk, bir de müze açarak hastalıklı
bireyciliğini taçlandırdı. Bir yazar kendini ve yaşadığı hayatı iş gibi, para
kazanılacak bir proje gibi ele alıyorsa, hiçbir eleştirel kuvveti yoksa sıvı
yağ üreten bir fabrika sahibinden tek farkı, işletmesinin bizzat kendisi
olmasıdır.
Özgür olmak istiyorum ve bunun tamamen başkalarının özgürlüğüne bağlı olduğunu
apaçık biliyorum. Meta tüketme özgürlüğü değil bu; zengin olarak yapabileceğim
tek şey, daha çok meta tüketmek, daha çok hayatı ve başka insanları sömürmek,
belki tahakküm altına almaktır. Özgür olmak demek, kendinin ve başka insanların
bütün imkân ve potansiyellerinin ortaya çıkabileceği bir toplumsal zemin
üstünde bulunmaktır. İnsanın özgürlüğü hakkında düşünecek ve eyleyeceksek bu
temel aks üzerinden eylemek gerekir. Kendimizi yeni özneler olarak, meta
toplumunun eklentisi olmaktan azade, başkalarıyla ilişkilerinde içtenlik
samimiyet ve hakikiliğe dayanan bir tarzda yeniden örgütlemeliyiz. Edebiyatla
uğraşırken de yapmalıyız bunu, hayatta bulunuşun diğer tüm veçhelerini yaşarken
de. Edebiyat eylemi, tamamen politik bir eylemdir.
Şunu da eklemek gerekir; işlemeyen özneler hakkında yazmak yeni keşfedilmiş bir
şey değil. Kâtip Bartleby de işlemeyen, toplumsal sistemin sürekliliğinin içine
yerleşemeyen bir öznedir, diyelim Watt, Murphy de ve Kafka’nın Bay K.’sı da ve
Cootze’nin Michael K.’sı da. Büyük edebiyat metinlerinin pek çoğu bu eleştirel
konumu, bize, verili öznenin imkânsızlıklarını açığa çıkarırken edinir. Fakat
işlemeyen özneyi yazmak, artık yetersizdir. Yeni bir özne inşa etmeye girişmek
gerekecektir. Gelecekten çağrılacaktır bu özne. Gelecekte yaşanabilecek mümkün
toplumsallığın çağrılması gerekir. Bu toplumsallığın üzerine inşa edileceği
bireyin özne halinin bulunması ve önerilmesi gerekir. Yarının toplumunun
söylenmesi gerekir. Yeni bir hayat vaaz edilmesi gerekir. Eleştiri, sadece bu
kokuşmayı kabullenilir kılmaya yarıyor epeydir. Hiç değilse eleştirebildiğimiz
bir toplumsal ortamda yaşıyoruz avunusuna yol açıyor. Bunun üstesinden
gelmeliyiz. Yeni bir insanlık perspektifi geliştirmelidir edebiyat ve sanatın
her kolu.
Kendi hesabıma, eleştirdiğim öznelerde henüz geleceği karşılayacak bir kuvvet
bulunmuyor. Şimdilik kaydıyla eleştiri edebiyatı devam edecek. Bu, temelde
teorik kuvvet meselesidir.
Kısaca politik alana başvuralım: Adorno ve Horkheimer, 1960’larda yaptıkları
konuşmada yeni bir Komünist Manifesto yazımının gerekliliği üzerinde duruyor.
Komünist diye nitelenen sistemlerin apaçık yenilgisi hakkında kafaları nettir.
Yeni bir sistem önermek, Komünist Manifesto’sunun artık işlemediğini, toplumsal
yapının basit bir sınıfsal ikilik üzerinden anlaşılamayacağını görmekle mümkün.
Yakınlarda iki örnek olarak, saltık vicdani bir konumu temsil eden
Zapatistaların ünlü bildiri metnini işaret etmek gerekir. Vicdani bir özne
önerisinden başka bir şey değildir… “Los Angeles barlarında eşcinsel,
Türkiye’de Kürt’üm!...”
Bir diğer metin, Görünmez Komite’nin manifestosudur. Fakat sistemin
eleştirilmesi üzerine kurulu yetersiz bir manifesto.
Bugünün görevi ortadadır. Yeni bir özne önermek, bunun toplumsal koşulların
içinde işleyeceğini bilmek, dolayısıyla yeni ekonomik düzen yeni ilişkilenme
biçimleri yeni değerlerle yüklü ve tamamen hayata uygun bir özne.
Bu düzen içinde yaşamak istemeyenlerin giderek çoğaldığını Haziran
kalkışmasında gördük. Ve İstanbul’da bir parkın içinde kurulan yeni bir dünyaya
tanıklık etme fırsatımız oldu. Yapılabilirdir!
2. Resul gibi Türkçe Edebiyatta önemli bir yerde duran roman kaleme aldıktan
sonra yazmak ile ilgili bir tedirginliğiniz oldu mu? Bu konu da Tomris Uyar’ın
şöyle bir değerlendirmesi vardır:
“Bir yazar, işinin başına otururken, kalemi eline ilk alıyormuş gibi bir
acemiliğe kapılmıyorsa neden yazmak istesin? Bir daha hiç yazamayacağı
korkusunu her keresinde duymuyorsa, yazma coşkusunu hiç tatmamış demektir.
Kendi adını basılı görmeyi, yaşadığının kanıtı sayıyordur yalnızca.”
Resul’den önce
Madde Kara gelir benim için. Şiir halen çalışıyorum. Romanla ilgili,
politikanın kavramlarıyla konuşuyorum daha çok. Şiirse, gerçekten sanatımın ana
aksını oluşturur. Bütün yaratıcılığımı, artık ne kadarsa, oraya yatırırım.
Tomris Hanım bazen haklı, bazen haksız geliyor. Artık belli bir yetkinliğe
yerleştiğimi düşündüğüm ve bir romanı kolayca yazabileceğim duygusuna
kapıldığım oluyor. Bazen de, diyelim elimdeki metinde olduğu gibi, yaptığım
şeyden asla emin olamıyorum, acemilik ki nasıl; titreyerek yazıyorsun.
Metne yaklaşmak, uygun bir giriş, ayak basacak bir zemin bulmaktır mesele.
Roman söz konusu olduğunda, bu uygun zemin bulunduktan sonra, işin biraz da
metnin iç gerçekliği üzerinden işlediği bilinmeyen bir şey değil. Fakat bu
girişi bulmak ve bir zemin yakalamak epey riskli. Tıpkı uzay araçlarının
atmosfere girerken yaşadığı tehlikeye benziyor. Çok dik girersen yanar, çok
yatay gelirsen uzaya savrulursun. Metnin kendi yoğunluğu olacağını, her metin
için farklı temas noktaları kurulması gerektiğini, her metine özgü giriş
açıları inşa etmek gerektiğini kabul ederim. Yine de temel duygumu
söylemem gerekirse, Meleklerin Hizası’ndan sonra daha rahat bir yerden
bakıyorum edebiyat işine. Elbette sadece konuşurken demeliyim. Yazmak her zaman
tedirgin edici bir eylem, işin aslı bu. Yetkin bir metne ulaşmak, gerçekten
zorlu bir süreçtir. Her adım için harcanan emeği düşünürsek, sadece edebi
gevezelik yapmak için böyle bir işe kalkışmayı düşünmem bile. Ancak elimdeki
tek politik gereç bu ve ben bunu kullanarak hayata bir etkide bulunabilirim.
Dolayısıyla, yazmaya devam etmekten başka bir çare görünmüyor.
Son şey de şu; adını basılı görmek bir heyecan yaratıyor mu; düşünüyorum, belli
bir kişisel tatmin var evet, ama yüklenilen işin kişisel tatminle bir ilgisi
yok. İçinde yaşadığın toplumun, yaşamak zorunda kaldığın diyelim, tamamen
yanlış bir temelde işlediğini düşünüyorsan, kişisel tatminin ne hükmü olabilir
ki? Mesele kişisel tatmin olsa, kitap yazmaya kalkışacağıma, zaten yazılmış
metinlerin takipçisi olmayı yeğlerim. İnsan Deleuze okurken mutlu bir şekilde
ölebilir kanımca.
3.
Üç romanınızda da kişiler kendi olmanın, kendi evrenini kurmanın peşine
düşüyor. Üstelik bunu insan olmanın sınırlarını zorlayarak, sınırların dışına
çıkmaya çalışarak yapıyorlar. Bu arayışlarını neden "kendileri"
kalarak yapmıyorlar? Özellikle de son romanınızın kahramanı Ruhi Bey'i
düşünürsek... İnsanı, insanın dışına çıkarak mı anlayabiliriz sadece?
“İnsan
dediğimiz şey yakın tarihin bir icadıdır. Ve muhtemelen sonu yakındır.”
M. Foucault
İnsan tarihi miadını doldurmuştur ve tasfiye edilmelidir. İnsan olmak normal
değildir, kurtulmak gerekir. Ben yeni bir insan-oluş önermek derdindeyim.
Dolayısıyla, insan henüz vakti gelmiş bir varlık bile değildir. Onu icat etmek
gerekecek.
Normal olanın o kadar da normal olmadığını anlatmaya çalışıyorum diyelim. Size
normal gelen bu dünyada, içinde yaşayabildiğiniz bu dünyada, acı çekmeden
geçirebildiğimiz bir gün bile var mı? İnsanlar mutlu mu? Yeterince üstüne
eğildiğiniz her canlının bugünkü sistemden acı çektiğini görürsünüz.
Bakış açınızı değiştirirseniz, normal gibi görünen şeylerin o denli normal
olmayabileceği çıkar açığı; çıkmalı da. Karakterlerimin hepsi kendi meşrebince
dünyaya maruz kalır. Ölür, kaçar ve öldürülürler. Başa çıkabilen yoktur henüz.
Dünyanın gücünü bilmiyorsunuz; bilmiyorsanız, öğretilecektir o güç size. Bir
ucundan reddetmeye, değiştirmeye çalışın; bu büyük akışın insandan insana bu
akışın sizi deli yerine koyup sistemin dışına atması an meselesidir.
Kendi evrenini kurma çabası, verili evrenin yadsınması anlamına geliyor apaçık.
Temel bir konuda anlaşmak gerekecek: Dünya normal bir yer midir? Yaşana giden
hayat normal midir? Bu hayatı sürdürebilen insanlar normal varlıklar mıdır?
Cevap evet ise, üstünde durmaya bile değmezdir. Birbirimizin metinlerine ve
hayatlarına ihtiyacımız yoktur. Cevap hayır ise, doğal olarak bu bize büyük
görevler yüklüyor. Normal olmadığını, doğru diyelim olmadığını kabul ettiğimiz
bir dünyayla barış içinde yaşayamayacağımıza göre, onu değiştirme işine
soyunuruz. Yer yer deneyen karakterler, bununla başa çıkamazlar. Yalnızlığa, uca
sürüklenir, yanlış tepkiler göstermeye başlarlar. Çünkü büyük bir kuvvete maruz
kalan her özne, (günümüzde çökmemiş bir özneleşme biçimi yoktur) kendi evrenini
kurmaya, bir yeniden inşaya girişir; yenilginin kesinliğinin açığa
çıkarılmasıdır bu. Bunun kesinlikle ortaya konması gerekir ki, yeni bir hamle
yapmanın güçlüğü de beraberinde ortaya çıksın. Yeni bir özne olma biçimi
arayışı, elbet boğulacak, boğazlanacaktır. Günün süreksiz bir akış olarak
örgütlenmesi bunun içindir. Bütün o ahlak kodlarımız bunun içindir. İnsan
tekini toplumsallığa kazandırmak için işleyen bir makineye benzeyen aile bunun
içindir. Arkaik değerlerle insanı aptallaştıran din ve onun kurumları bunun
içindir. En büyük sorunumuzsa, bunun asla değiştirilemez şeylermiş gibi
algılanması, dolayısıyla yaşadığımız toplumsal ortamın olası tek toplumsal
ortammış gibi algılanması, bu bilginin içerilmesidir.
Bir savaş başlattığında ki akıllı insanlar yenilecekleri bir savaşın başlatan
tarafı olmazlar, bunu, kazanma zemininde ele almak gerekir. Pratik bir politika
sorusuymuş gibi gelen soru, aslında temelde teorik bir sorudur; teorik sorunlar
koyar önümüze. İlk ve temel sorun da, bildiğiniz işleyen yapının normalliği
sorunudur. Bu algı kırılırsa, her şey mümkün görünmeye başlayacaktır. Önerilen,
uzaya elbisesiz çıkmak değil; bildiğiniz, yeni ilişkilenme biçimi içindeki
özneler olarak kendimizi ve toplumsallığımızı değiştirmek, aynı zeminde
bulunuşumuzu, yerimizi değil de bakış açımızı ve konumlanmamızı değiştirerek
zemini bir bakıma yenilemektir. Yine dünya üzerinde bulunulacaktır. Eski ahlak
kodlarına göre değil, yeni ilişkilenme biçiminin getirdiği yeni değerlere göre
yaşanacaktır. Bizi özgür kılacak ilişkiler üzerine düşünmeliyiz;
mahkûmiyetimizi öngören mevcut sistemden şikâyet etmek üzerine değil.
Sanatın bu noktada yapması gerekenler apaçık önümüzde bir sorun olarak duruyor.
Geçtiğimiz yüzyılın başında üretilmiş eserler, Rusya’da ve Avrupa’da ortaya
çıkan büyük sanat okulları, nasıl da imkânlı bir zemine sahip olduğumuzu
anlatıyor. Henüz ilerlemenin bize nelere mal olacağı bilinmediği için Fütürizm,
makinelere methiyeler düzüyor. Konstrüktivistler yeni başlayan dünyanın doğa
üzerinde kuracağı egemenliği tasavvur ediyor. Bunların insan özgürleşmesinin
önünü açacağı düşünülüyor. Rodçenko sanırım, patlamayı, dinamit infilakını bile
bir düzen için resimliyor.
İnsanlığın önündeki temel sorun, devasa bir enerji salınımı olarak yeni
sosyo-ekonomik bir yapının, kendi karşıtıyla birlikte ortaya çıkıp önüne gelen
her şeyi ele geçirmesi. Sanat da bir bilinç geliştirerek bununla başa çıkmaya,
belli bir açıdan yorumlamaya çalışıyor. İlerleme ve doğa üzerinde yeni
egemenlik (sonuçları bilinmeksizin) ele alınıyor. Siyasi makinelerin
işleyişinin insanlığa nelere mal olacağı henüz bilinmiyor. Stalin Rusyası, Hitler
Almanyası ufukta görünmüyor. Tarihin bir dönüşüm ve kırılma anında, üretici
güçlerin dizginlerinden salınmasının bu kritik aşamasında sanat bütün gücüyle
bunu anlamaya yorumlamaya ve izlerkitlesi için anlaşılır kılmaya çalışıyor.
Sanat, insanın özgürleşmesiyle ilgileniyor temelde. Bugünün sanatının da
yeniden ele geçirmesi gereken bir pozisyon bu. Müzayedelerde açık artırmayla
satılsın için resim heykel üretmek karakterize ediyor sanatı bugün; Damien
Hirst’ün elmaslar zımbalanmış kurukafası mı bize özgürleşmenin yolunu
gösteriyor? Edebiyatın da üstlenmesi gereken bir görev var: bize yeni bir
dünyanın imkânları hakkında fikir vermek; bu olmuyor, olamıyorsa, en azından
bugün yaşayan insana, sistemle arasındaki ilişkinin sorunlu yanlarını; demek ki
sorunsuz bir yanın bulunmadığını kabul ediyorsak, sistemin ve onun içinde var
olabilen insanın yaşantısının yanlışlığını göstermek. Böylece yeni bir
toplumsal değerler düzeneğinin önünü açacak atılımlarda bulunmak. Biraz
aşırılık gerek!
Verili edebiyatımız, yazılagiden ‘eserler’ hangi noktada insanın özgürlüğünü
vaaz ediyor? Devam edilebilir, ama maksat hâsıl oldu sanırım.
Sanat, bilinç üzerinde bir kırılma yaratabilen bir gereç, doğru biçimde
işletilebilirse elbette. Bu kırılma bize, yeni bir insana giden yolu açacak! Bu
kırılma, aynı zamanda, sistemin içimizde işleyişinin bir kırılması anlamını
taşıyacak. İş, aile, ekonomi, seks, inanışlarımız, düşünmeden kabullendiğimiz
bir yığın klişe yaşantının temelde düzenin bizzat kendi işleyişi olduğunu
görmek gerek. Birey kendisi kapitalist bir işletmeye dönüşmüş durumda. Birey
kendisi bizzat gerici ahlakın işleticisi, başkalarının hayatlarını kendi
‘normalliğinin normlarıyla’ değerlendirmek eğiliminde. Birey kendisi bizzat
sistemdir. Ona saldırmak gerekir. Sanat yapabilir bunu ve bu anlamda tamamen
politiktir onun tutumu.
Özgürleşme bahsi, anladığım kadarıyla burjuva kişilerini de içerebilen bir
bahistir. Başkalarını sömürmeyi kendine iş edinmiş ve kendi varlığını bu uğurda
(kariyer deniyor sanırım) katletmiş insan teklerini Haziran kalkışmasında, Gezi
Parkı civarında neden çokça gördük? Milyon liralık iş sahiplerinin ne işi vardı
orada? Talepleri iktidar olmak olabilir mi? Zaten iktidardır bu insan tekleri.
Büyük ekonomik ve sosyal kuvvetleri yönetiyorlar. Onları da kapsıyor talebimiz:
özgür olabiliriz. Bunun içeriğini birlikte oluşturalım. Gökyüzünden üstümüze
sular boşalıyor damlalar halinde ve biz hava durumu programlarında, havanın
yağmurlu olacağını öğreniyoruz. Hâlbuki olan şey havanın yağmurlu olması değil,
gökyüzünden üstümüze suların boşalmasıdır. Mucizevî bir dünyanın içindeyiz ve
mucizeleri deneyimlemek yerine, klimalı odalarda aptallar için üretilmiş
televizyon dizileri izleyerek öldürüyoruz hayatımızı. Özgürlük politikaları,
geleceğimize yön versin; budur sanatın görevi; her şeyiyle saldıracağı şey
sistemdir ve bu sistemin insanlar tarafından işletildiğini, onların içinde
işlediğini görmektir ve budur eleştirilmesi gereken!
4.
Romanlarınızın kişileriniz genellikle bilinci yok etme eğiliminde ve dünyaya ile
bağlarını koparmak amacındadır, bu durum son romanınızda da gözlemleniyor, Gecedegiden
ve Resul’de de söz konusu, sıradaki çalışmalarda neler var, bir yazar olarak,
tekrar düşme tedirginliği var mı, bu arayış nereye kadar devam edecek?
Bilinci yok
etme eğilimi olarak bakmıyorum ben. Bunlar, işlemeyen öznelerdir. Dünyaya maruz
kalan, dünyayla baş edemeyen özneler. Ruhi Bey’i saymazsak, yenilgileri
kesindir. Topluma normalliğin ölçüsü gibi bakılıyor; toplumsal normların
insanda işleyebilmesi, insan açısından sağlık belirtisi sayılıyor. Ve bu
toplumsal ortamın ürettiği kuvvet, neredeyse dünyamızı yaşanamaz bir haline
getirecek. İnsanlığın kapitalist çağında yaşıyoruz. Arsız ve acımasızca
birbirini sömürmek üzerine kurulu bir düzenin içindeyiz; toplum bu. Üretilmiş
ahlak kodlarımız on bin yıllık. Dinler, bugünün yapısında halen etkin. Ortada
içine mutlulukla doğduğumuz, mutluluk ve sahicilikle yaşadığımız, ölene dek
uçarkanatlar gibi keyif içinde yol aldığımız bir toplum var da benim haberim mi
yok?
Karakterlerim (onlara karakter denirse) bu toplumsal yapının içinde
bulunamıyor. Evet, dünyayı değiştirmeliyiz. Benim için apaçık bu. İnsanları,
dünyayla aralarında çelişki çıktığında, kendilerini dünyaya uydurmak
(isterseniz toplum deyin) için değişmeyi vaaz ediyoruz. Ben bu normu ve normal
insanı kabul etmiyorum. Dünyayla aranda sorun çıktıysa, dünyayı değiştirmeye
çalış. Teslim olmayan, bu aptal ve budala dünyada bulunmaktan acı çeken,
bununla teorik-entelektüel düzeyde hesaplaşmaya hazır olan insan, itiraz eder. Böyledir!
Biraz açıkladım; ilk görevdir eleştirel olmak. Umulur ki yeni varlıklar olarak
yaşamamızın zamanı gelecektir. Bu, ancak çalışırsak olacak bir şeydir. Yeni
norm ve normaller yaratalım. Daha tekil ve özgün varlıklar olarak, daha çok
birbirine yakın. Şu eski komünist formül.
Yeni metinler belli. Ben bir plan dahilinde çalışıyorum. Üç tane roman yazmam
gerekiyor. Sıradaki metin bir ulağın-belki elçi denebilir, inorganik olana
yürüyüşü diye açıklayabileceğim yolculuğunu anlatır. Çalışıyorum. Bir sonraki
metin bir devrimcinin bilincinin açımlanması. Son roman ise bir distopya
olacak. Yazmayı düşündüğüm kitaplar bunlardır. Şiir çalışıyorum. Ayrıca
beceremeyeceğim sanırım ama oyun yazmak istiyorum. Tekrar kısmına ise,
diyeceğim bir şey yok. Pek umursadığımı söyleyemem çünkü böyle kavramlarla
çalışmıyorum. Yazmak zaten zor. Bir de yazarlık klişeleriyle kendimi anlamaya
çalışırsam, hiç gerek yok. Ben işimi yapabilirsem, yeterdir.
5.
Yine söyleşilerinizden birinde "Alegorik şeyler yazıyorum. Yani okuduğunuz
metne inanmayın," diyorsunuz. Romancılar çoğunlukla okura metinlerinin
gerçekliğini ispat etmek ister. Bu durumla ilgili olarak, temsil ile gerçeklik
arasındaki ilişkiyi metinlerinizde nasıl kurduğunuzu biraz açıklar
mısınız?
Bu teorik bir
sorun. Temsil gerçeklik ilişkisini teknik olarak açıklamak için
başvurulabilecek kavramlarla zorlanmaktansa, maksadımı açıklamayı tercih
ederim. Asıl mesele, bir metni ele alırken, okur ve eleştirmen olarak, onu
teorik bir çerçeve içinde değerlendirmek. Metnin ne yaptığını toplumsal bağlam
içinde anlamak. Edebiyatın diğer metinlerine dayanarak değil, hayatımıza
yaptığı şey üzerinden anlamak. Tarihsel-toplumsal bağlam, insan tekinin
işleyişine yaptığı etki üzerinden bir değerlendirme. Genel edebiyat ortamı
içinde değerlendirilmek istemem, bu bana ne katar; tasfiye etmek istediğim
şeyin içinde değerlendirilmemeli yazdıklarım.
İşleyen şeyi açıklayamadığı seziyorum. Yani metin kendisi alegorik bir işlev
yüklensin isterim. Kitap bir fetiş nesne gibi algılanıyor. İnsan toplumsal bir
varlıktır -ne yazık ki diyelim- ve bu toplum cehenneme pek yakın. İlk görev
bunu anlamak, eleştirmek ve bunu değiştirecek bir eğilim bulmak ve bu eğilimi
örgütlemek işine girmek. Yazıyla şarkıyla heykelle sinemayla her şeyle. Mevcut
edebiyat yaşaya giden insanı olumlamanın edebiyatıdır. Metnin, yaşana giden
hayatın zorluklarının aptallık ve saçmalıklarının ortaya çıkartmakta bir araç,
bu hayatın bir alegorisi olarak okunmasını talep ediyorum. Ben, günümüzde pek
çok yazarın bulunduğu gibi, eğlence işinde değilim. Yazmak, politikanın edebi
gereçlerle sürdürülmesidir. Kitaplarımın politik ve eleştirel bir görüşe sahip
insanlar tarafından sahiplenilmesini isterim. Piyasa işi hikâye tüketicileri
tarafından değil. Daha kesin olsun diye şöyle söyleyeyim; ben edebiyat işinde
değilim, savaş işindeyim. Ve hayata saldırmak gerekir. Eldeki her şeyle;
bilinçle sanatla küfürle öfkeyle çok gerekliyse silahla hayatın gövdesine
saldırmak ve ondan yeni bir gövde yaratana kadar asla pes etmemek gerekir.
6. Biraz da form üzerine konuşalım. Roman formu ve sınırları üzerine neler
söyleyebilirsiniz? Meta-roman yazmak istediğinizi belirtmiştiniz. Meta
roman, karakterlerinizi aktarmada ne gibi kolaylıklar sağlıyor? Zorlukları
neler?
Bireyin
ansiklopedik dökümünü yapmak ilgimi çekiyor. Bunu yaparsanız, bütün
toplumsallığın üstesinden gelirsiniz. Birey denen yoğunluk, toplumsal ilişkiler
bütününü içeriyor. Bir insan tekini tamamen parçalara ayırarak ele almak
isterdim.
Roman ötesi yazmak mesele değil. Bunu teknik bir aşama olarak görüyorum sadece.
Çünkü roman formunun, söyledim, kapitalist birey oluş biçiminin alegorisi
olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla yeni bir insan vaaz edilecekse, bu kendi
formunu getirecektir. Henüz o düzeyde bir kavrayışa ulaşmış değilim. Metin
benim için fetiş değildir. Bozulabilir. Bugünün insanı gibi tıpkı. Bunu
olumlamıyorum ululamıyorum. Hayatı dönüştürme işinin bir veçhesi sadece. Üstesinden
gelinmesi güç bir iş. Henüz yazmaya bile başlamış saymıyorum kendimi. Bu
yazılanlar, bir alan temizlenmesi sadece. Yani yeni bina kurmadan yapılan ilk
iş gibi. Çalışılacak arazinin uygun hale getirilmesinden başka bir şey değil
yazdıklarım ve yazacağımı vaat ettiğim üç kitap. Edebiyat bizi bir yüceliğe
götürecek mi? Hayır! İnsan denen form, bugünün üretim, bölüşüm, tüketim
ilişkilerini terk etmeli midir? Evet! İnsan denen var oluş formu, kapitalist
aşamadan kurtulup özgürleşecek; bizi yüceliğe götürecek olan budur. Budur bizi
özgür varlıklar olarak yeryüzünü onurlandıracak bir hayata taşıyacak şey.
7. Dili kullanma konusundan yazarlık kimliğinize kadar piyasanın dışında
durmaya çalışan biri olarak bu durum üretiminize yansımasını hakkında ne
söyleyebilirsiniz? Zaman zaman birçok yazarın yaşadığı sıkıntıları siz ne
boyutta yaşantınızda görüyorsunuz?
Açıkçası,
zaman zaman birkaç yayınevinden düzeltmenlik işi aldığım oldu. Bütünü
itibariyle kitap piyasasının dışında değilim. Kitap belli bir amaçla üretilirken
ve okunurken sanat içerir ama basılırken ticari bir iştir. Bu işte çalışan, bu
zorlu üretim dağıtım masraflarının külfetine katlanan insanlarla değil sorunum.
Kitap hazırlayan grafikerlere, pek çok yazardan daha çok saygı duyarım.
Yazarlık mesleği apayrı bir donanım gerektirir. Bu donanımı, mevcut bireyi
sisteme bağlamak için kullanmak, apaçık insanlığa düşman olmaktır benim için.
Zamanımı, tamamen yazıya ayırabilmek isterdim. Çünkü yazı kendisi zaten ağır
işçiliktir. Hayatımı kazanmak için yapmak zorunda kaldığım işlere vereceğim
emek ve zamanı edebiyata harcayabilseydim… ama sanata dönüşecek hayatlar
yaşamamıza var daha!
8. Derrida var olmak için yer edinme, öteki edinme ve isim edinmeden
bahseder. Gecedegiden, Derrida'nın bahsettiği aşamaları uyguluyor gibi. Neden
varlığını onamak için bu kadar çaba sarf ediyor?
Ölümü değil
yaşamı ululuyoruz! Varmaya çalıştığım yer yaşanamaz bir dünya dışılık değil.
Tam aksine, ben her şeyimi kullanarak hayata yerleşmek gerektiğini anlatıyorum.
Kendi oluş, öteki oluş ve ad alış meselelerini Derrida’dan öğrenmedim. Bunlar
basit yaşamsal gerçeklerdir. Derrida’dan okumaya niyetlenip girişinden sonra
ilerleyemediğim tek kitap Edebiyat Edimleri’dir. Açıkçası bir felsefe
disiplinine bağlı değilimdir. Spinoza ve Nietzsche, Marx’tan Deleuze’e,
özgürlük filozoflarına yakınım diyelim. Dünyaya bakıp ondan sonuçlar çıkarmak
gerek. Heidegger de, Hegel ve Kant da ve bütün düşünen kafalar da okunmalıdır
elbette. Aklınıza kim gelirse.
Ad almak, insan beyninin geliştirdiği en berbat pratiklerden birisi olsa gerek.
Bütün nörobiyolojik araştırmalar, dünyanın olup bitişinin algılandığını değil,
beynin içinde kurulup düzenlendiğini gösteriyor. Bu, bizi sonsuz bir
dolayımlama döngüsüne gönderen bir şey. Oyun oynayabilmemizin nedeni de bu. Beynimiz,
gerçek dünya üzerinden değil, kendi yarattığı eksikli bir dünya üzerinden
işliyor; anlaşılan bu. Anlaşılan hayata kestirmeden ulaşmanın başka yollarını
bulup geliştirmek zorundayız. Yüzme deneyimini düşünelim; yüzerken kavradığımız
su kas ilişkisini beynimiz üzerinden, bir dolayım olarak kavramlarla
kavramıyoruz. Bu bir doğrudanlıktır, bir başka bedenle cinsel birleşme
esnasında, kavramlar pek işe yaramaz; bu bir doğrudanlıktır. Koşarken
yeryüzünün çekim kuvvetiyle kas-iskelet yapımız arasında süren mücadeleyi
beynimizle değil, bedenimizle algılarız. Örnekler çoğaltılabilir. Hayatta
bulunuşumuzu bir doğrudanlık olarak kavrayabiliriz belki; üstünde çalışmak
gerek; yeni özneler, doğrudanlığın özneleri olacaklar.
Kendi bedenini bizzat sanat nesnesi olarak kuracak, kendisi bizatihi sanat
olacak, yaşanan hayatı sanatsal açıdan ele alarak iş pratiklerini cinsel
pratikleri ilişkilenme pratiklerini tüketme pratiklerini sanatsal bir biçimde
yeniden kurgulayacaklar yeni özneler; sanatsa, doğrudanlığın bizzat kendisi
olarak, bizi yaşamın ana gövdesiyle buluşturacak. Hayatta bulunmak kendisi
sanat olacak; sanatsal yaratımlar olarak yeni özneler bulunacak yeryüzünün
görkemli gövdesinin üzerinde; inorganik bedenin teni olarak yaşanacak her şey!
Sanattan çok şey bekliyoruz. Sanatın hem işleye giden insan karşıtı düzeni
kırmasını, onun bütünüyle yanlış olmasını açığa çıkarmasını, bu açığa
çıkarıldıktan sonra yeni özneyi kendisi üzerinden kurmasını bekliyoruz.
Öteki edinme sorununu ele alalım; varlık saltık değildir. Özneleşme sorunu,
elbette her zaman ancak bir başkası üzerinden kavranabilecek bir şeydir. Bu,
bizi sonsuzca öteki insan teklerine bağlayan bir şeydir. Bu, sorunlu bir
alanmış gibi görünebilir. Oysa tam aksi; başkaları, varlıklarıyla bizim
üzerimizden kendilerini gerçekleştirdikleri gibi, biz de başkaları
varlıklarının üzerinden kendimizi tanımlar ve gerçekleştiririz. Sonsuz imkânlar
barındıran, kelimenin gerçek anlamıyla tahrik edici bir alan. Başka varlıkların
bizde kurumlaşması, bizim tekil varlığımızın başka varlıklar üzerinden
kurumlaşmasını anlıyoruz. Varlık, muhtemelen tekil bile değil; sonsuz bir
saçılma ve serpilmenin ürünleri olduğumuz anlaşılıyor. Bu bizi, bir ağaçla
kardeş kılan bir şeydir ve elbette bir dağ keçisi, muhtemelen kuzenimiz! Bir başka
insanı bizim için ilginç kılan şeydir bu; aşkla aradığımız şeyin bizzat
kendisidir. Öte yandan, inorganik olan alan da bize hiç de yabancı değildir,
olmamalıdır! Büyük ve dehşetli kuvvetiyle orada durarak bize kendi ağır
varlığını hissettiren bir kayayı oluşturan madde, temelde bizi de oluşturan
maddenin bir parçasıdır; sonsuz bir akrabalığın parçaları olarak dünyaya
saçılmış halde bulunuyoruz. Bir hayvanın etini yerken dikkat etmek gerekir;
muhtemelen o rakibimiz değil, bir bakıma kardeşimizdir. Eski Türk
ritüellerinden birisi, avlanan hayvana, diyelim ayı; ayılar epey et
barındırdıkları için sıkça avlanırdı eski Türkler tarafından, hayvana uzun ve
gayet çetrefil birtakım teşekkür etme ayinlerinde bulunmak, ancak ondan sonra,
bin bir özürle o hayvanın bedenini tüketmekti pratik. Hayvanların kardeşlerimiz
olmadığını kim söyleyebilir.
Yer edinme ise, yerleşecek alan açmadan ibarettir. Peki, bir alan açılarak ne
yapılmaktadır? Alan, kendisi öylece olup duran bir şey değil, her zaman
başkaları tarafından işgal edilen bir alandır. Kendi varlığımızı bir alana
yerleştirmek için biraz işgalci olacağımız açıktır. Demek ki öteki varlıktan
kendimiz için bir yaşama alanı isteyecek-talep edecek ya da bunu kuvvetle
edineceğiz! İşleyiş, sanılanın aksine genellikle kuvvetle değil, rıza ile
gerçekleşir. Herkesin için için bildiği, başka varlıklara, evet bir alan
açılması gerektiğidir. Varoluşumuzu öylece başkalarına onaylatmamız gerekir.
Başka varlık tekleri tarafından onaylanmayan bir varlık, var oluşu için imkânlı
bir zemin bulamayacak demektir. Biz birbirimize sonsuzca bağlıyız. Bundan
-benim gibi- memnun olmayacaklar, kendi saltık varlığını kimseye dayandırmadan
yaşamak isteyenler çıkacaktır elbette ama gerçek bilgi, hepimizin üstünde
sonsuz bir tahakküm kurar. Varlığımız, öteki olmaksızın yokluğun bizzat kendisi
olacaktır; dolayısıyla ben, başkaları üzerinden ancak var olabilecek bir varlık
olduğumu kabul etmek zorundayım!
9.
Peki, konu kadına isim verme meselesine gelince, roman kişisi tersi bir
davranış sergiler, başkaları tarafından varlığımızın meşruiyet kazanması
için bir ismimizin olması gerekir. Bu ismiyse kendi kendimize veremeyiz. Ya
bize başkası tarafından verilmesine ya da Gecedegiden'de olduğu gibi ismin bizi
bulmasına ihtiyaç duyarız. Gecedegiden'e isim verecek kimse olmadığı için isim
onu bulur. Ama yarattığı kadına isim vermek elindeyken ona isim vermez, ayrı
bir varlık olduğunu onamak istemez. Bu konu hakkında ne diyebilirsiniz?
Yaşamda
bulunmak pek çok enerji alanı ve akımı barındırıyor. Ana aks hakkında
konuşuyoruz genellikle. Burada örneklemek istemem; dünyanın her yerinden,
kadını kapatıp yıllar boyu onu köle olarak kullanan, seks kölesi, duygusal
istismar konusu köle, işçi köle olarak kullanan insanların haberleri geliyor.
Hem de bunların sadece bir biçimde ortaya çıkan, patlak veren örnekler
olduğunu, böyle binler ve binlercesinin yeraltında gömülü bulunduğunu
anlayabiliyoruz.
Bununla baş etmeli miyiz, evet. Bunu anlamalı mıyız, evet. Bu sonsuzca
çözülebilir bir mesele midir? Muhtemelen hayır!
Başkalarını neden tahakküm ediyoruz? Bununla erkek tekinin edindiği erk nedir?
Birisinin bize kendi varlığı yokmuşçasına bağlı olması ne anlama gelmektedir?
Bunlar karanlık bilgilerdir; insan kendisi kapitalist sistem gibi bir sistemi
yaşamının ana akımı yapmıştır. Elias Canetti’nin Kitle ve İktidar kitabını
işaret edip bu konuda çalışmaktan vazgeçiyorum. Umarım başka bir soruşturma
olur, yanıt vermekten imtina etmem.
10. Bir
söyleşinizde erkeklerin açık, kadınların pasif (gölge) iktidar konumunu işgal
ettiğini belirttiniz. Ya sizin kadın karakterleriniz pasif iktidarı nasıl
yansıtıyor?
Resul’deki
Hafize Ana, yine Resul’den Işıl, Gecedegiden’den köle kız kardeş aklıma gelen
örnekler. İnsan ölürken bile aktif özne olabilir. Özne olmak -dar anlamıyla
konuşuyorum- sadece görünür maddi etkiyi yapmak değil, görünmez duygusal etkiyi
yapmak, maddi etkinin de kaynağını oluşturmaktır. Bunları ispatlamaya
girişmemem bağışlansın.
11. Tarihin sadece erk sahipleri tarafından yazıldığı artık bildiğimiz bir
gerçek. Ve tarihle ilgili bildiklerimizin neredeyse tamamının bir çarpıtmadan
ibaret olduğu. Ezilenlerden bahsetmez tarih. Ancak bu onun bir barbarlık anıtı
olduğu gerçeğini de değiştirmez. Nichanian Edebiyat ve Felaket adlı kitabında
tanıklık mefhumu üzerinde sıkça durur. Erkin soykırım (ya da zulüm) iradesinin
mağdur için felakete dönüşmesinden bahseder. Ve bu bağlamda erkin soykırım
iradesinin mağdur için felakete dönüşmesi için özel bir isim ortaya atar:
Felaket. Felaket'in nihai hedefinin tanığın dil bütünlüğünü bozup onu dil
dışına atarak öldürmek olduğundan bahseder.
Nichanian Edebiyat ve Felaket adlı kitabında bir anlatı içinde tanıklık etmenin
imkânsızlığından bahsederken şöyle der: "Sadece tanıklığın ötesindeki bir
dilsel edim, tanıklık etmenin imkansızlığına tanıklık edebilir. Bunun, dilin
sınırında konumlanan bir dilsel edim olması gerekir; Felaket ile yüz yüze
geldiğinde bu sınırı kendinde deneyimleyen bir edim olmalıdır. Tanıklığın
ötesinde yer alan bu dilsel edim (çaresizliği ve imkansızlığı kendi bünyesinde
deneyimleyen bu dilsel edim), dili kendi sınırlarına taşıyan bu edim,
edebiyattır," der. Ve kitabın genelinde bu konu üzerinden bir tartışma
yürütür. Gelelim Resul'ün yazarına... Resul'ün de Nichanian'ın bahsettiği
bağlamda bir Felaket Anlatısı olarak değerlendirebilir miyiz? Bütünlüğünü
yitirmiş bir dil, insanlık dışına atılmış bir başkişi, dilin sınırlarında
dolaşan bir anlatı... Bu bağlamda "Edebiyat, tanıklık ve tarih
yazımı" üzerine düşüncelerinizi alabilir miyiz?
Açık; benim
umursadığım bir şey değil tanıklık, tarih anlatısı… ben tanıklık etmeye değil,
devrim yapmaya yatkınım. Değiştirmeye ve insanlarla birlikte yaşayabileceğim,
özgür bir varlık olarak kanatlarla donanabileceğim yeni bir hayata başlamaya
yatkınım. Su altında nefes alabileceğim bir hayata. Gökyüzünde, güneş
ışınlarından kurulu bir evde ikamet etmeye, bir ağaç olarak varlığımı
sürdürmeye karar verirsem, kimsenin şaşırmayacağı bir dünyaya, yıldızlar arası
boşlukta ışık çakması olarak gezebileceğim yeni bir gövde istemeye yakınım. Bir
sükûnet ve doluluk olarak. Bir göveren tohum olarak toprağın içinde
bulunmaya. Bir yağmur damlasına dönüşene dek denizlerin yüzeyinden
yükselmeye. Bir hayvan olarak kendi bölgemde tek başıma kendimi denemeye
yakınım. Öldürülmeye, ölmeye yakınım. Sıcak gövdelerin içine yakınım. Kimseye
tanıklık ediyor filan değilim; umurumda bile değil böyle şeyler. Bu soruları
nereden çıkarttığınızı da hiç bilemiyorum.
12. Son olarak sizin yazarlarınızı, kitaplarınızı soralım. Bağ kurduğunuz
yapıtları, yazarları öğrenebilir miyiz?
Kitaplar uzun
sürer de, yazarlar kısadır, oradan konuşalım. Kafka, Beckett, Joyce. Temalar ve
teknikler olarak. Knut Hamsun’un adını sayarsam umarım hayal kırıklığı
yaratmam. Celine’nin adını saymazsam umarım hayal kırıklığı yaratmam. Musil’in
adını da saymam. Kertesz dersem çok güzel. Yetkin teknik. Bir tür homurdanma
olarak. Aynı homurdanma neden Thomas Bernhard’da hiç çekici değil? Cotzee
birkaç kitabı içindir. Michael K’nın Yaşamı. Barbarları Beklerken diyelim. Hem
çok hem çok az. Uzatmak yersiz. Ben de herkes gibi okuyorum ve bazı tema ve
yazınlar etkiliyor, bazıları irrite ediyor sadece.
13. Günümüz
yazını hakkında ne düşünüyorsunuz, kimleri okuyorsunuz?
Türkçe’de
Ayhan Geçgin’den başka yeni kitabını beklediğim bir Allah kulu yoktur. Uzatmak
yersiz, çünkü yersiz kırgınlık yaratmayalım. Doğru tema bir yere kadardır.
Doğru yazım tekniklerinin de edinilmiş olması gerekir. Sanatın ne olduğuna dair
iyi kötü bir fikrim vardır. Piyasaya göre eğilip büküleceğimi kim nereden
çıkardı? Bu konuda gönül koyan herkesi tarih dövsün. Ben yenilmeye hazırım, günümüzün
‘önemli’ yazıcıları?
ALINTI: http://cercisanat.com/dergi/2/huseyin-kiran-ile-soylesi/