Tuesday, April 4, 2017

Ferit Edgü: “Bizler demokrasi yutturmacasının oynandığı bir ülkede, toplumu ve bireyi değiştirmek isteğiyle yanıp tutuşan gençlerdik.”


“Her sanat yapıtı bir kavgadan doğar: yaşam, düşünce ve düşgücü arasındaki kavgadan.”

Ferit Edgü başından beri edebiyatımızdaki egemen söylem ve ilişkilerin dışında kalmış, sıradışı yazarlarımızdan. Kendi değerlerinin yanında gördüklerine, sanılandan daha yakındır. Daha da önemlisi, onu öykücülüğümüzün ilk akla gelen yazarları arasında görmek, edebiyatın aslında ne denli değerli olduğunun da farkında olmaktır. 70. yaşı, Ferit Edgü’nün yaşamında bir şeyleri değiştirmeyecekse bile, bizim için önemli. Bu da sıradan bir 70. yaş konuşması değil.

 ***
Ferit Edgü kimdir?
Yunus Ali’nin babası.
İlk öykü Yeni Ufuklar’da. Yarım yüzyıldan çok olmuş…
İlk öykülerimden yalnız birini, “Yitik Gün”ü kitaplarımdan birine aldım. Yeni Ufuklar, Mavi, Vatan Sanat Yaprağı’nda yayımlanmış olanların tümü genç bir kalemin arayış ürünleriydi.
İlk kitabım Kaçkınlar’dan sonra onların yayımlanması söz konusu olamazdı.
Yazarken en başta neyi göz önünde tuttunuz?
Üslûp.
1950 kuşağının anlamı.
Bizler demokrasi yutturmacasının oynandığı bir ülkede, toplumu ve bireyi değiştirmek isteğiyle yanıp tutuşan gençlerdik. Son derece politik bir kuşaktık. Ama politika ile sanata bizden öncekiler gibi bakmıyorduk. Sanatın, yazının o güne değin Türkiye’de hiç üzerinde durulmamış, tartışılmamış konularını gündeme getiriyorduk. Dile birinci derecede önem veriyorduk. fiunu abartısızca söyleyebilirim: Türkçe bir düşünce dili niteliklerine bizim kuşakla ulaşmıştır.
En yakın arkadaşlarınız kimlerdi?
Demir Özlü. Onunla 1952’den, lise yıllarından beri dostuz. Sonra Yüksel Arslan. Maya’daki ilk sergisi dolayısıyla, Vatan Sanat Yaprağı için kendisiyle yaptığım söyleşiden beri. Sonra sevgili Onat Kutlar, Asaf Çiyiltepe, Güner Sümer, Ankara grubundan bugün hâlâ sıklıkla görüştüğüm Ahmet Oktay. Tabii, Tahsin Yücel. Onunla da yarım yüzyılı aşan, bir dostluğumuz var. Yeni Ufuklar’ın iki öykücüsünden biri, Orhan Duru’yla da öyle.
Kuşağınızdan en çok sevdiğiniz yazarlar.
Bizim şu 1950 kuşağı, şimdi düşünüyorum da, sıkı bir kuşaktı. Birbirine benzemeyen, daha önce de Türk yazınında pek örneği olmayan yapıtlar verdi. Onlardan birini, ikisini burda anmam doğru olmaz. Tümünün yapıtlarını günü gününe izledim. Birçoğunun da yayımcısı oldum. Bu bile onlara duyduğum ilginin, yakınlığın kanıtı olsa gerek.
Şimdiki genç yazarlardan sevdikleriniz var mı?
Var. Ama hoşlanmadıklarım, okuyamadıklarım daha fazla. Bizler Türkçenin işçileri olarak görüyorduk kendimizi. Dili ne kadar önemsersek önemseyelim, yeterince önemsemediğimizi düşünürdük.
Bugünün genç ve ünlü yazarlarında bu özeni göremiyorum. Bir de, yazılanların çoğunu, öykü ya da roman, son derece şematik buluyorum. Ortak konuları var. Okuru da fazla önemsiyorlar. ‹tici güç, sanki yaratmak değil de, üne kavuşmak ya da ünü sürdürmek. Aralarında birkaç küçük ‹skender olsun isterdim.
En önemli kitabınız.
Bilmiyorum.
Ada Yayınları’nı en güzel tek kişilik yayınevlerinden biri yapan neydi?
Yazına duyduğum sevgi, tutku ve saygı.
Türkiye’nin yeri Batı’da mı, Doğu’da mı?
Ortadoğu’da. Ama zamanla, bana öyle geliyor ki Doğu’ya kayacak. Çünkü bu şizoid yapısı içinde adına milliyetçilik denen o ölümcül hastalıktan kurtulması olası görülmüyor bana.
Popüler edebiyatın anlamı.
Popüler edebiyatın, her dönem, her ülkede yeri olmuştur. 19. yüzyılda Victor Hugo, Balzac, Eugene Sue popüler yazarlardı. Dostoyevski, Tolstoy popüler romancılardı. Geniş halk kitlelerinin ilgisini çekmek, çok okunmak yazarların, özellikle romancıların, her zaman tutkuyla istedikleri bir şeydir. Önemli olan, popüler olmak için yazmakla, yazılanın popüler olması arasındaki ayrımdır. Ben elime kalemi aldığım erken yaşlarda, o günün modası güdümlü sanata karşıydım. Güdümlü sanat bugün yok. Ama popüler olmak için kendi kendilerini güden ya da media tarafından güdülen yazarların sayısı bir hayli.
Türkiye’de yayıncılığın en önemli sorunu nedir?
Hiç düşünmeden korsan yayıncılık demem gerekiyor, biliyorum. Evet, ama yalnız o değil. Bugün Türkiye’deki kadar kolay kitap yayımlama şansına sahip yazar dünyanın hiçbir yerinde yok. Bir “seri üretim” durumuyla karşı karşıyayız. Bir tek yayınevi yok ki kitabınızın orda yayımlanması size bir prestij sağlasın.
Yayımladıkları kitabı okumayan yayımcılar tanıyorum. Korsan yayıncılar gibi, belki onlar için de bir sıfat bulmak gerekiyor.
Bizde kitap yayıncılığının niteliği…
Sanırım, yukardaki yanıtım yeterli.
Kitap mal değilse, nedir?
Her şey. Tüm bir dünya. Düşünen kafaların, yaratıcı beyinlerin ortaya koydukları, yüzünü görmedikleri insanlarla paylaştıkları, sözcüklerden oluşan bizi birden ya da yavaş yavaş değiştiren, bu dünyanın olası tek dünya olmadığı (Klee) inancını aşılayan, maddesel açıdan belli boyutlarda, belli tür kâğıda basılmış (çoğaltılmış) bir nesne. Ama ruhu olan bir nesne. Yazmış olsam da okumuş olsam da benim bir parçam.
Gençlik ile yaşlılık.
Biri serüvenin başlangıcı. Öbürü serüvenin sonu. Aynı serüvenin.
Abidin Dino.
Hani dostlukların insanı derler ya, bu söze Abidin kadar yakışan başka bir insan tanımadım. Politik görüşlerimiz hem birbirine yakın hem de birbirinden çok uzaktı. (Ne de olsa iki ayrı kuşağın insanlarıydık.) Abidin, bu konuları tartışmamaya özen gösterirdi. Tüm bir yaşamı bir inanca adamıştı. Ne kadar inançsız olursam olayım, onu anlıyor ve saygı duyuyordum. Hiçbir çıkar amacı gütmeyen bir dostluktu bizimki. Ölümüne değin sürdü, diyeceğim, ama ölümünden sonra daha yoğun olarak sürüyor.
Sait Faik.
Ustam. İlk ustam. Büyük ustam.
İlk kez 15 yaşımda okumuştum Şahmerdan’ı. Öyküleriyle beni yazmaya itti. Önümde yeni ufuklar açtı. Ölümünden kısa bir süre önce imzaladığı son kitabı Alemdağda Var Bir Yılan’ın iç kapağında yer alan, “Hikâyeciden hikâyeciye, sevgi, selâm” sözcükleriyle de “icazetnâmemi” veren yazar.
Yaşar Kemal.
yüzyılın ender, büyük epik yazarı.
En tepedeki şairiniz.
Tek bir şair? Bu benim için dünyanın sonu olur, çünkü bu tapınma anlamına gelir.
Ben, küçük yaşlarımdan beri şiirle yaşadım. fiiiri yazı sanatları içinde baş köşeye koydum ve sanat olarak da yalnız onu gördüm. Oktay Rifat, Melih Cevdet gibi şairlerin döneminde yaşadığım, onların şiirlerini okuduğum, kitaplarını yayımladığım için kendimi talihli sayıyorum. Ama benim şiirlerim Yunus’tan Nâzım’a, Homeros’tan Lorca’ya, Vergilius’tan René Char’a, Ahmatova’ya, Mandelstam’a yüzlerce, belki binlerce şair. Tümü de en tepede.
Edebiyat ne işe yarar?
Edebiyatın doğrudan bir yararı yoktur. Toplumlar üzerinde derin bir etkisinin olmadığını da Nazi Almanya’sında ve Sovyetler Rusya’sında gördük.Bu nedenle “ulusal sanat / ulusal edebiyat” sözlerinden tiksinirim. Bizim işimiz bireylerle. Dünyayı değiştirmek için de yazsak, işimiz, ilişkimiz bireylerle.
Öykü dergisi ne işe yarar?
Bir yaşlı yazarın yanı sıra on genç öykücünün öyküsünü yayımlamaya, onlarla (eğer hâlâ varsa) öykü meraklısı okuru buluşturmaya.
Türk edebiyatının Batı’da yeri var mı?
Bazı Türk yazarlarının, bazı yayınevlerinde yeri var, dersek daha doğru olur.
Hakkâri’de Bir Mevsim filmini nasıl bulmuştunuz?
Romanın sinemaya uyarlanması tasarısına uzun zaman karşı çıktım. Ama çok sevdiğim Tezer Özlü öylesine ısrarcı oldu ki senaryosunu Onat’ın yazması koşuluyla kabul ettim. Daha senaryo aşamasında Onat da, ben de filmin rejisörü Erden Kıral da filmin romanı beyazperdeye taşıyamayacağını biliyorduk. Roman ve film, iki ayrı dildir. Aralarında çeviri de her zaman kolay değildir. Filmin yapımı uzan ve çetin bir serüvendi. Ama herkes inançla çalıştı. Ve ortaya Türk sinemasının da, bizlerin de övünç duyacağı bir film çıktı. Eh, bir romana bundan daha az ihanet edilemez.
Resmin hayatınızdaki yeri?
Çok büyük. Ressam olmak istedim. Ne var ki kendime karşı çok acımasızım. Yaptıklarımla yetinmedim; daha doğrusu beni doyurmadılar, önümü açık görmedim. Paris’te sergiler açtım, sergilere katıldım, ama nafile, beni sözcükler çekiyordu kendilerine. Bu, resme olan tutkumu azaltmadı; tam tersine, bir resim delisi olup çıktım. Ressamlardan, resimlerden çok şey öğrendim. Dersler aldım. Azbuçuk bir resmi doğru dürüst okumayı öğrendim.
Minimalist misiniz?
Minimalizm görsel sanatlarla ilgili bir terim. Benim öyküde yaptığım bunun karşılığı değil. Sözcüğün anlamını aldım ben: En azla en çoku verme çabası. Kolay göründüğü için çok taklitçisi var.
Çok kısa öyküler’in anlamı nedir?
Yukardaki yanıtım bu sorunuzu da kapsıyor.
Yazmadan yaşanmaz mı?
Yaşanır, niçin yaşanmasın? Şu sıralarda hazırlıklarını yapıyorum.
Seçkinci misiniz?
Değilim. Hattâ nefret ettiğim bir sözcük. Bir zamanlar mutlu azınlıktan söz edilirdi. Ben kendimi hep mutsuz azınlıktan biri olarak gördüm. Kılı kırk yararım. Yazarken de okurken de. Nicedir beni ilgilendiren, sanat yapıtındaki yetkinlik değil, authentique’lik.
Yazar önce kendi için mi yazar?
Hiç kuşkusuz. Ne var ki yazdıklarınızı başkalarıyla paylaşmak istediğinizde yazar olursunuz.
Ferit Edgü gelecekte nerede olacak?
Hayata, bir rastlantı sonucu yurtdışında eyvallah dediyse, külleriyle bir kavanozun içinde. Ya da, kendi yurdunda, kara toprakta, yılanlarla, çıyanlarla, bir dönüşüm içinde.
70. yaşın anlamı?
Birden 70!
Elliden sonra yıllar öylesine hızlı geçti, geçiyor ki…


Friday, March 31, 2017

Hüseyin Kıran ile söyleşi



 
1. İlk olarak yazıyla kurduğunuz ilişkiyi nasıl tanımladığınızla yola çıkalım?

Yazı bir gereçtir. Bir şey yaparak hayata etki etme, onu yeniden örgütleme, yeni özneler yaratma ve onların aralarında yeni ilişkiler kurmalarını sağlama işinin aldığı bir biçim. Yazı, politiktir. Böyle bakılırsa, ilerici yazın ve gerici yazın vardır. Eski kelimelerle hayatı açıklayamayacağımız bir aşamaya, insanlığın çürüme aşamasına geldik dayandık. Yeni insan gerekir; çünkü eski özne olma biçimlerinin çöktüğünü, artık işlemediğini anlıyoruz. Eski özne olma biçimlerinden kapitalist insan’ın nasıl bir varlık olduğunu, kendini kapitalist bir işletme, hayatı da bir iş gibi ele aldığını hepimiz her gün yaşantılıyoruz. Dolayısıyla bunu geçersizleştirmek, tamamen gereklidir. Yerine önerilen özne olma biçimi olarak sosyalist özne, geçen yüzyılın başında sahneye çıktı; büyük ideallerle insanlığın kapitalizmin ötesinde yaşamaya başlayacağı bir dünya vaadini vaaz etti ve hızla çöktü. Despotik asker-bürokrat devletlerinden başka bir şey üretemedi açıkçası ve bireyin yok edildiği bir devlet biçiminde bir özne aramak elbette yersiz. Bu, o zamanlarda bile görüldü ve eleştirildi. Nitekim bu sistemin yaşamla örtüşmezliği, büyük ve kudretli bir yıkımla bir yüz yıla yakın sürdü. 1990’lar, Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla tamamlanan bu süreç, bizi özgür insanlar olarak yeryüzünde bulunmanın bir biçimini söyleyen bir umudun yıkılmasından başka bir şey değil.
Dolayısıyla 1970’lerde, diyelim, yazar, bir yanılsama olarak sosyalizme bağlı ve ezilen sınıflardan yana edebiyat yapabilirdi ve bu iyi kötü bir eksen olarak işliyordu gerçekten. Ya da tersi, muhafazakâr yazın, ya da sistemin içindeki insanın eğlenmesi, sistemin normalleştirilmesi temelinde işleyen yazın. Fakat günümüzün yazarı açısından işler daha karmaşık bir hal aldı. Kendini budala yerine koymadan Ortodoks manada Marksizm savunulamaz artık. Asker-bürokrat devleti istiyorum demenin sosyalist jargonla ifade edilmesi, bu içeriği değiştirmez. Bugün yeni bir eksene gereksinimimiz var ve ben bunun özgürlük kavramında içerildiğini düşünüyorum. İnsanın özgürlüğünü vaaz eden metin, insanı mevcut sistem içinde tutmaya yarayan metin.
Gerici yazın, diyelim Orhan Pamuk, Elif Şafak gibi isimlerin ürettiği yazındır. Mevcut sistemden kopuşu önermeyen bütün o edebi saçmalıklar, bütün o “incelikli” yazma merakı… Orhan Pamuk, bir de müze açarak hastalıklı bireyciliğini taçlandırdı. Bir yazar kendini ve yaşadığı hayatı iş gibi, para kazanılacak bir proje gibi ele alıyorsa, hiçbir eleştirel kuvveti yoksa sıvı yağ üreten bir fabrika sahibinden tek farkı, işletmesinin bizzat kendisi olmasıdır.
Özgür olmak istiyorum ve bunun tamamen başkalarının özgürlüğüne bağlı olduğunu apaçık biliyorum. Meta tüketme özgürlüğü değil bu; zengin olarak yapabileceğim tek şey, daha çok meta tüketmek, daha çok hayatı ve başka insanları sömürmek, belki tahakküm altına almaktır. Özgür olmak demek, kendinin ve başka insanların bütün imkân ve potansiyellerinin ortaya çıkabileceği bir toplumsal zemin üstünde bulunmaktır. İnsanın özgürlüğü hakkında düşünecek ve eyleyeceksek bu temel aks üzerinden eylemek gerekir. Kendimizi yeni özneler olarak, meta toplumunun eklentisi olmaktan azade, başkalarıyla ilişkilerinde içtenlik samimiyet ve hakikiliğe dayanan bir tarzda yeniden örgütlemeliyiz. Edebiyatla uğraşırken de yapmalıyız bunu, hayatta bulunuşun diğer tüm veçhelerini yaşarken de. Edebiyat eylemi, tamamen politik bir eylemdir.
Şunu da eklemek gerekir; işlemeyen özneler hakkında yazmak yeni keşfedilmiş bir şey değil. Kâtip Bartleby de işlemeyen, toplumsal sistemin sürekliliğinin içine yerleşemeyen bir öznedir, diyelim Watt, Murphy de ve Kafka’nın Bay K.’sı da ve Cootze’nin Michael K.’sı da. Büyük edebiyat metinlerinin pek çoğu bu eleştirel konumu, bize, verili öznenin imkânsızlıklarını açığa çıkarırken edinir. Fakat işlemeyen özneyi yazmak, artık yetersizdir. Yeni bir özne inşa etmeye girişmek gerekecektir. Gelecekten çağrılacaktır bu özne. Gelecekte yaşanabilecek mümkün toplumsallığın çağrılması gerekir. Bu toplumsallığın üzerine inşa edileceği bireyin özne halinin bulunması ve önerilmesi gerekir. Yarının toplumunun söylenmesi gerekir. Yeni bir hayat vaaz edilmesi gerekir. Eleştiri, sadece bu kokuşmayı kabullenilir kılmaya yarıyor epeydir. Hiç değilse eleştirebildiğimiz bir toplumsal ortamda yaşıyoruz avunusuna yol açıyor. Bunun üstesinden gelmeliyiz. Yeni bir insanlık perspektifi geliştirmelidir edebiyat ve sanatın her kolu.
Kendi hesabıma, eleştirdiğim öznelerde henüz geleceği karşılayacak bir kuvvet bulunmuyor. Şimdilik kaydıyla eleştiri edebiyatı devam edecek. Bu, temelde teorik kuvvet meselesidir.
Kısaca politik alana başvuralım: Adorno ve Horkheimer, 1960’larda yaptıkları konuşmada yeni bir Komünist Manifesto yazımının gerekliliği üzerinde duruyor. Komünist diye nitelenen sistemlerin apaçık yenilgisi hakkında kafaları nettir. Yeni bir sistem önermek, Komünist Manifesto’sunun artık işlemediğini, toplumsal yapının basit bir sınıfsal ikilik üzerinden anlaşılamayacağını görmekle mümkün.
Yakınlarda iki örnek olarak, saltık vicdani bir konumu temsil eden Zapatistaların ünlü bildiri metnini işaret etmek gerekir. Vicdani bir özne önerisinden başka bir şey değildir… “Los Angeles barlarında eşcinsel, Türkiye’de Kürt’üm!...”
Bir diğer metin, Görünmez Komite’nin manifestosudur. Fakat sistemin eleştirilmesi üzerine kurulu yetersiz bir manifesto.
Bugünün görevi ortadadır. Yeni bir özne önermek, bunun toplumsal koşulların içinde işleyeceğini bilmek, dolayısıyla yeni ekonomik düzen yeni ilişkilenme biçimleri yeni değerlerle yüklü ve tamamen hayata uygun bir özne.
Bu düzen içinde yaşamak istemeyenlerin giderek çoğaldığını Haziran kalkışmasında gördük. Ve İstanbul’da bir parkın içinde kurulan yeni bir dünyaya tanıklık etme fırsatımız oldu. Yapılabilirdir!

2. Resul gibi Türkçe Edebiyatta önemli bir yerde duran roman kaleme aldıktan sonra yazmak ile ilgili bir tedirginliğiniz oldu mu? Bu konu da Tomris Uyar’ın şöyle bir değerlendirmesi vardır:
“Bir yazar, işinin başına otururken, kalemi eline ilk alıyormuş gibi bir acemiliğe kapılmıyorsa neden yazmak istesin? Bir daha hiç yazamayacağı korkusunu her keresinde duymuyorsa, yazma coşkusunu hiç tatmamış demektir. Kendi adını basılı görmeyi, yaşadığının kanıtı sayıyordur yalnızca.”
Resul’den önce Madde Kara gelir benim için. Şiir halen çalışıyorum. Romanla ilgili, politikanın kavramlarıyla konuşuyorum daha çok. Şiirse, gerçekten sanatımın ana aksını oluşturur. Bütün yaratıcılığımı, artık ne kadarsa, oraya yatırırım.
Tomris Hanım bazen haklı, bazen haksız geliyor. Artık belli bir yetkinliğe yerleştiğimi düşündüğüm ve bir romanı kolayca yazabileceğim duygusuna kapıldığım oluyor. Bazen de, diyelim elimdeki metinde olduğu gibi, yaptığım şeyden asla emin olamıyorum, acemilik ki nasıl; titreyerek yazıyorsun.
Metne yaklaşmak, uygun bir giriş, ayak basacak bir zemin bulmaktır mesele. Roman söz konusu olduğunda, bu uygun zemin bulunduktan sonra, işin biraz da metnin iç gerçekliği üzerinden işlediği bilinmeyen bir şey değil. Fakat bu girişi bulmak ve bir zemin yakalamak epey riskli. Tıpkı uzay araçlarının atmosfere girerken yaşadığı tehlikeye benziyor. Çok dik girersen yanar, çok yatay gelirsen uzaya savrulursun. Metnin kendi yoğunluğu olacağını, her metin için farklı temas noktaları kurulması gerektiğini, her metine özgü giriş açıları inşa etmek gerektiğini kabul ederim.  Yine de temel duygumu söylemem gerekirse, Meleklerin Hizası’ndan sonra daha rahat bir yerden bakıyorum edebiyat işine. Elbette sadece konuşurken demeliyim. Yazmak her zaman tedirgin edici bir eylem, işin aslı bu. Yetkin bir metne ulaşmak, gerçekten zorlu bir süreçtir. Her adım için harcanan emeği düşünürsek, sadece edebi gevezelik yapmak için böyle bir işe kalkışmayı düşünmem bile. Ancak elimdeki tek politik gereç bu ve ben bunu kullanarak hayata bir etkide bulunabilirim. Dolayısıyla, yazmaya devam etmekten başka bir çare görünmüyor.
Son şey de şu; adını basılı görmek bir heyecan yaratıyor mu; düşünüyorum, belli bir kişisel tatmin var evet, ama yüklenilen işin kişisel tatminle bir ilgisi yok. İçinde yaşadığın toplumun, yaşamak zorunda kaldığın diyelim, tamamen yanlış bir temelde işlediğini düşünüyorsan, kişisel tatminin ne hükmü olabilir ki? Mesele kişisel tatmin olsa, kitap yazmaya kalkışacağıma, zaten yazılmış metinlerin takipçisi olmayı yeğlerim. İnsan Deleuze okurken mutlu bir şekilde ölebilir kanımca.

3. Üç romanınızda da kişiler kendi olmanın, kendi evrenini kurmanın peşine düşüyor. Üstelik bunu insan olmanın sınırlarını zorlayarak, sınırların dışına çıkmaya çalışarak yapıyorlar. Bu arayışlarını neden "kendileri" kalarak yapmıyorlar? Özellikle de son romanınızın kahramanı Ruhi Bey'i düşünürsek... İnsanı, insanın dışına çıkarak mı anlayabiliriz sadece? 
“İnsan dediğimiz şey yakın tarihin bir icadıdır. Ve muhtemelen sonu yakındır.”
M. Foucault
İnsan tarihi miadını doldurmuştur ve tasfiye edilmelidir. İnsan olmak normal değildir, kurtulmak gerekir. Ben yeni bir insan-oluş önermek derdindeyim. Dolayısıyla, insan henüz vakti gelmiş bir varlık bile değildir. Onu icat etmek gerekecek.
Normal olanın o kadar da normal olmadığını anlatmaya çalışıyorum diyelim. Size normal gelen bu dünyada, içinde yaşayabildiğiniz bu dünyada, acı çekmeden geçirebildiğimiz bir gün bile var mı? İnsanlar mutlu mu? Yeterince üstüne eğildiğiniz her canlının bugünkü sistemden acı çektiğini görürsünüz.
Bakış açınızı değiştirirseniz, normal gibi görünen şeylerin o denli normal olmayabileceği çıkar açığı; çıkmalı da. Karakterlerimin hepsi kendi meşrebince dünyaya maruz kalır. Ölür, kaçar ve öldürülürler. Başa çıkabilen yoktur henüz. Dünyanın gücünü bilmiyorsunuz; bilmiyorsanız, öğretilecektir o güç size. Bir ucundan reddetmeye, değiştirmeye çalışın; bu büyük akışın insandan insana bu akışın sizi deli yerine koyup sistemin dışına atması an meselesidir.
Kendi evrenini kurma çabası, verili evrenin yadsınması anlamına geliyor apaçık. Temel bir konuda anlaşmak gerekecek: Dünya normal bir yer midir? Yaşana giden hayat normal midir? Bu hayatı sürdürebilen insanlar normal varlıklar mıdır? Cevap evet ise, üstünde durmaya bile değmezdir. Birbirimizin metinlerine ve hayatlarına ihtiyacımız yoktur. Cevap hayır ise, doğal olarak bu bize büyük görevler yüklüyor. Normal olmadığını, doğru diyelim olmadığını kabul ettiğimiz bir dünyayla barış içinde yaşayamayacağımıza göre, onu değiştirme işine soyunuruz. Yer yer deneyen karakterler, bununla başa çıkamazlar. Yalnızlığa, uca sürüklenir, yanlış tepkiler göstermeye başlarlar. Çünkü büyük bir kuvvete maruz kalan her özne, (günümüzde çökmemiş bir özneleşme biçimi yoktur) kendi evrenini kurmaya, bir yeniden inşaya girişir; yenilginin kesinliğinin açığa çıkarılmasıdır bu. Bunun kesinlikle ortaya konması gerekir ki, yeni bir hamle yapmanın güçlüğü de beraberinde ortaya çıksın. Yeni bir özne olma biçimi arayışı, elbet boğulacak, boğazlanacaktır. Günün süreksiz bir akış olarak örgütlenmesi bunun içindir. Bütün o ahlak kodlarımız bunun içindir. İnsan tekini toplumsallığa kazandırmak için işleyen bir makineye benzeyen aile bunun içindir. Arkaik değerlerle insanı aptallaştıran din ve onun kurumları bunun içindir. En büyük sorunumuzsa, bunun asla değiştirilemez şeylermiş gibi algılanması, dolayısıyla yaşadığımız toplumsal ortamın olası tek toplumsal ortammış gibi algılanması, bu bilginin içerilmesidir.
Bir savaş başlattığında ki akıllı insanlar yenilecekleri bir savaşın başlatan tarafı olmazlar, bunu, kazanma zemininde ele almak gerekir. Pratik bir politika sorusuymuş gibi gelen soru, aslında temelde teorik bir sorudur; teorik sorunlar koyar önümüze. İlk ve temel sorun da, bildiğiniz işleyen yapının normalliği sorunudur. Bu algı kırılırsa, her şey mümkün görünmeye başlayacaktır. Önerilen, uzaya elbisesiz çıkmak değil; bildiğiniz, yeni ilişkilenme biçimi içindeki özneler olarak kendimizi ve toplumsallığımızı değiştirmek, aynı zeminde bulunuşumuzu, yerimizi değil de bakış açımızı ve konumlanmamızı değiştirerek zemini bir bakıma yenilemektir. Yine dünya üzerinde bulunulacaktır. Eski ahlak kodlarına göre değil, yeni ilişkilenme biçiminin getirdiği yeni değerlere göre yaşanacaktır. Bizi özgür kılacak ilişkiler üzerine düşünmeliyiz; mahkûmiyetimizi öngören mevcut sistemden şikâyet etmek üzerine değil.
Sanatın bu noktada yapması gerekenler apaçık önümüzde bir sorun olarak duruyor. Geçtiğimiz yüzyılın başında üretilmiş eserler, Rusya’da ve Avrupa’da ortaya çıkan büyük sanat okulları, nasıl da imkânlı bir zemine sahip olduğumuzu anlatıyor. Henüz ilerlemenin bize nelere mal olacağı bilinmediği için Fütürizm, makinelere methiyeler düzüyor. Konstrüktivistler yeni başlayan dünyanın doğa üzerinde kuracağı egemenliği tasavvur ediyor. Bunların insan özgürleşmesinin önünü açacağı düşünülüyor. Rodçenko sanırım, patlamayı, dinamit infilakını bile bir düzen için resimliyor.
İnsanlığın önündeki temel sorun, devasa bir enerji salınımı olarak yeni sosyo-ekonomik bir yapının, kendi karşıtıyla birlikte ortaya çıkıp önüne gelen her şeyi ele geçirmesi. Sanat da bir bilinç geliştirerek bununla başa çıkmaya, belli bir açıdan yorumlamaya çalışıyor. İlerleme ve doğa üzerinde yeni egemenlik (sonuçları bilinmeksizin) ele alınıyor. Siyasi makinelerin işleyişinin insanlığa nelere mal olacağı henüz bilinmiyor. Stalin Rusyası, Hitler Almanyası ufukta görünmüyor. Tarihin bir dönüşüm ve kırılma anında, üretici güçlerin dizginlerinden salınmasının bu kritik aşamasında sanat bütün gücüyle bunu anlamaya yorumlamaya ve izlerkitlesi için anlaşılır kılmaya çalışıyor.
Sanat, insanın özgürleşmesiyle ilgileniyor temelde. Bugünün sanatının da yeniden ele geçirmesi gereken bir pozisyon bu. Müzayedelerde açık artırmayla satılsın için resim heykel üretmek karakterize ediyor sanatı bugün; Damien Hirst’ün elmaslar zımbalanmış kurukafası mı bize özgürleşmenin yolunu gösteriyor? Edebiyatın da üstlenmesi gereken bir görev var: bize yeni bir dünyanın imkânları hakkında fikir vermek; bu olmuyor, olamıyorsa, en azından bugün yaşayan insana, sistemle arasındaki ilişkinin sorunlu yanlarını; demek ki sorunsuz bir yanın bulunmadığını kabul ediyorsak, sistemin ve onun içinde var olabilen insanın yaşantısının yanlışlığını göstermek. Böylece yeni bir toplumsal değerler düzeneğinin önünü açacak atılımlarda bulunmak. Biraz aşırılık gerek!
Verili edebiyatımız, yazılagiden ‘eserler’ hangi noktada insanın özgürlüğünü vaaz ediyor?  Devam edilebilir, ama maksat hâsıl oldu sanırım.
Sanat, bilinç üzerinde bir kırılma yaratabilen bir gereç, doğru biçimde işletilebilirse elbette. Bu kırılma bize, yeni bir insana giden yolu açacak! Bu kırılma, aynı zamanda, sistemin içimizde işleyişinin bir kırılması anlamını taşıyacak. İş, aile, ekonomi, seks, inanışlarımız, düşünmeden kabullendiğimiz bir yığın klişe yaşantının temelde düzenin bizzat kendi işleyişi olduğunu görmek gerek. Birey kendisi kapitalist bir işletmeye dönüşmüş durumda. Birey kendisi bizzat gerici ahlakın işleticisi, başkalarının hayatlarını kendi ‘normalliğinin normlarıyla’ değerlendirmek eğiliminde. Birey kendisi bizzat sistemdir. Ona saldırmak gerekir. Sanat yapabilir bunu ve bu anlamda tamamen politiktir onun tutumu.
Özgürleşme bahsi, anladığım kadarıyla burjuva kişilerini de içerebilen bir bahistir. Başkalarını sömürmeyi kendine iş edinmiş ve kendi varlığını bu uğurda (kariyer deniyor sanırım) katletmiş insan teklerini Haziran kalkışmasında, Gezi Parkı civarında neden çokça gördük? Milyon liralık iş sahiplerinin ne işi vardı orada? Talepleri iktidar olmak olabilir mi? Zaten iktidardır bu insan tekleri. Büyük ekonomik ve sosyal kuvvetleri yönetiyorlar. Onları da kapsıyor talebimiz: özgür olabiliriz. Bunun içeriğini birlikte oluşturalım. Gökyüzünden üstümüze sular boşalıyor damlalar halinde ve biz hava durumu programlarında, havanın yağmurlu olacağını öğreniyoruz. Hâlbuki olan şey havanın yağmurlu olması değil, gökyüzünden üstümüze suların boşalmasıdır. Mucizevî bir dünyanın içindeyiz ve mucizeleri deneyimlemek yerine, klimalı odalarda aptallar için üretilmiş televizyon dizileri izleyerek öldürüyoruz hayatımızı. Özgürlük politikaları, geleceğimize yön versin; budur sanatın görevi; her şeyiyle saldıracağı şey sistemdir ve bu sistemin insanlar tarafından işletildiğini, onların içinde işlediğini görmektir ve budur eleştirilmesi gereken!
         
4. Romanlarınızın kişileriniz genellikle bilinci yok etme eğiliminde ve dünyaya ile bağlarını koparmak amacındadır, bu durum son romanınızda da gözlemleniyor, Gecedegiden ve Resul’de de söz konusu, sıradaki çalışmalarda neler var, bir yazar olarak, tekrar düşme tedirginliği var mı, bu arayış nereye kadar devam edecek?
Bilinci yok etme eğilimi olarak bakmıyorum ben. Bunlar, işlemeyen öznelerdir. Dünyaya maruz kalan, dünyayla baş edemeyen özneler. Ruhi Bey’i saymazsak, yenilgileri kesindir. Topluma normalliğin ölçüsü gibi bakılıyor; toplumsal normların insanda işleyebilmesi, insan açısından sağlık belirtisi sayılıyor. Ve bu toplumsal ortamın ürettiği kuvvet, neredeyse dünyamızı yaşanamaz bir haline getirecek. İnsanlığın kapitalist çağında yaşıyoruz. Arsız ve acımasızca birbirini sömürmek üzerine kurulu bir düzenin içindeyiz; toplum bu. Üretilmiş ahlak kodlarımız on bin yıllık. Dinler, bugünün yapısında halen etkin. Ortada içine mutlulukla doğduğumuz, mutluluk ve sahicilikle yaşadığımız, ölene dek uçarkanatlar gibi keyif içinde yol aldığımız bir toplum var da benim haberim mi yok?
Karakterlerim (onlara karakter denirse) bu toplumsal yapının içinde bulunamıyor. Evet, dünyayı değiştirmeliyiz. Benim için apaçık bu. İnsanları, dünyayla aralarında çelişki çıktığında, kendilerini dünyaya uydurmak (isterseniz toplum deyin) için değişmeyi vaaz ediyoruz. Ben bu normu ve normal insanı kabul etmiyorum. Dünyayla aranda sorun çıktıysa, dünyayı değiştirmeye çalış. Teslim olmayan, bu aptal ve budala dünyada bulunmaktan acı çeken, bununla teorik-entelektüel düzeyde hesaplaşmaya hazır olan insan, itiraz eder. Böyledir!
Biraz açıkladım; ilk görevdir eleştirel olmak. Umulur ki yeni varlıklar olarak yaşamamızın zamanı gelecektir. Bu, ancak çalışırsak olacak bir şeydir. Yeni norm ve normaller yaratalım. Daha tekil ve özgün varlıklar olarak, daha çok birbirine yakın. Şu eski komünist formül.
Yeni metinler belli. Ben bir plan dahilinde çalışıyorum. Üç tane roman yazmam gerekiyor. Sıradaki metin bir ulağın-belki elçi denebilir, inorganik olana yürüyüşü diye açıklayabileceğim yolculuğunu anlatır. Çalışıyorum. Bir sonraki metin bir devrimcinin bilincinin açımlanması. Son roman ise bir distopya olacak. Yazmayı düşündüğüm kitaplar bunlardır. Şiir çalışıyorum. Ayrıca beceremeyeceğim sanırım ama oyun yazmak istiyorum. Tekrar kısmına ise, diyeceğim bir şey yok. Pek umursadığımı söyleyemem çünkü böyle kavramlarla çalışmıyorum. Yazmak zaten zor. Bir de yazarlık klişeleriyle kendimi anlamaya çalışırsam, hiç gerek yok. Ben işimi yapabilirsem, yeterdir.
5. Yine söyleşilerinizden birinde "Alegorik şeyler yazıyorum. Yani okuduğunuz metne inanmayın," diyorsunuz. Romancılar çoğunlukla okura metinlerinin gerçekliğini ispat etmek ister. Bu durumla ilgili olarak, temsil ile gerçeklik arasındaki ilişkiyi metinlerinizde nasıl kurduğunuzu biraz açıklar mısınız? 
Bu teorik bir sorun. Temsil gerçeklik ilişkisini teknik olarak açıklamak için başvurulabilecek kavramlarla zorlanmaktansa, maksadımı açıklamayı tercih ederim. Asıl mesele, bir metni ele alırken, okur ve eleştirmen olarak, onu teorik bir çerçeve içinde değerlendirmek. Metnin ne yaptığını toplumsal bağlam içinde anlamak. Edebiyatın diğer metinlerine dayanarak değil, hayatımıza yaptığı şey üzerinden anlamak. Tarihsel-toplumsal bağlam, insan tekinin işleyişine yaptığı etki üzerinden bir değerlendirme. Genel edebiyat ortamı içinde değerlendirilmek istemem, bu bana ne katar; tasfiye etmek istediğim şeyin içinde değerlendirilmemeli yazdıklarım.
İşleyen şeyi açıklayamadığı seziyorum. Yani metin kendisi alegorik bir işlev yüklensin isterim. Kitap bir fetiş nesne gibi algılanıyor. İnsan toplumsal bir varlıktır -ne yazık ki diyelim- ve bu toplum cehenneme pek yakın. İlk görev bunu anlamak, eleştirmek ve bunu değiştirecek bir eğilim bulmak ve bu eğilimi örgütlemek işine girmek. Yazıyla şarkıyla heykelle sinemayla her şeyle. Mevcut edebiyat yaşaya giden insanı olumlamanın edebiyatıdır. Metnin, yaşana giden hayatın zorluklarının aptallık ve saçmalıklarının ortaya çıkartmakta bir araç, bu hayatın bir alegorisi olarak okunmasını talep ediyorum. Ben, günümüzde pek çok yazarın bulunduğu gibi, eğlence işinde değilim. Yazmak, politikanın edebi gereçlerle sürdürülmesidir. Kitaplarımın politik ve eleştirel bir görüşe sahip insanlar tarafından sahiplenilmesini isterim. Piyasa işi hikâye tüketicileri tarafından değil. Daha kesin olsun diye şöyle söyleyeyim; ben edebiyat işinde değilim, savaş işindeyim. Ve hayata saldırmak gerekir. Eldeki her şeyle; bilinçle sanatla küfürle öfkeyle çok gerekliyse silahla hayatın gövdesine saldırmak ve ondan yeni bir gövde yaratana kadar asla pes etmemek gerekir.

6. Biraz da form üzerine konuşalım. Roman formu ve sınırları üzerine neler söyleyebilirsiniz? Meta-roman yazmak istediğinizi belirtmiştiniz. Meta roman, karakterlerinizi aktarmada ne gibi kolaylıklar sağlıyor? Zorlukları neler?
Bireyin ansiklopedik dökümünü yapmak ilgimi çekiyor. Bunu yaparsanız, bütün toplumsallığın üstesinden gelirsiniz. Birey denen yoğunluk, toplumsal ilişkiler bütününü içeriyor. Bir insan tekini tamamen parçalara ayırarak ele almak isterdim.
Roman ötesi yazmak mesele değil. Bunu teknik bir aşama olarak görüyorum sadece. Çünkü roman formunun, söyledim, kapitalist birey oluş biçiminin alegorisi olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla yeni bir insan vaaz edilecekse, bu kendi formunu getirecektir. Henüz o düzeyde bir kavrayışa ulaşmış değilim. Metin benim için fetiş değildir. Bozulabilir. Bugünün insanı gibi tıpkı. Bunu olumlamıyorum ululamıyorum. Hayatı dönüştürme işinin bir veçhesi sadece. Üstesinden gelinmesi güç bir iş. Henüz yazmaya bile başlamış saymıyorum kendimi. Bu yazılanlar, bir alan temizlenmesi sadece. Yani yeni bina kurmadan yapılan ilk iş gibi. Çalışılacak arazinin uygun hale getirilmesinden başka bir şey değil yazdıklarım ve yazacağımı vaat ettiğim üç kitap. Edebiyat bizi bir yüceliğe götürecek mi? Hayır! İnsan denen form, bugünün üretim, bölüşüm, tüketim ilişkilerini terk etmeli midir? Evet! İnsan denen var oluş formu, kapitalist aşamadan kurtulup özgürleşecek; bizi yüceliğe götürecek olan budur. Budur bizi özgür varlıklar olarak yeryüzünü onurlandıracak bir hayata taşıyacak şey.

7. Dili kullanma konusundan yazarlık kimliğinize kadar piyasanın dışında durmaya çalışan biri olarak bu durum üretiminize yansımasını hakkında ne söyleyebilirsiniz? Zaman zaman birçok yazarın yaşadığı sıkıntıları siz ne boyutta yaşantınızda görüyorsunuz?
Açıkçası, zaman zaman birkaç yayınevinden düzeltmenlik işi aldığım oldu. Bütünü itibariyle kitap piyasasının dışında değilim. Kitap belli bir amaçla üretilirken ve okunurken sanat içerir ama basılırken ticari bir iştir. Bu işte çalışan, bu zorlu üretim dağıtım masraflarının külfetine katlanan insanlarla değil sorunum. Kitap hazırlayan grafikerlere, pek çok yazardan daha çok saygı duyarım. Yazarlık mesleği apayrı bir donanım gerektirir. Bu donanımı, mevcut bireyi sisteme bağlamak için kullanmak, apaçık insanlığa düşman olmaktır benim için.
Zamanımı, tamamen yazıya ayırabilmek isterdim. Çünkü yazı kendisi zaten ağır işçiliktir. Hayatımı kazanmak için yapmak zorunda kaldığım işlere vereceğim emek ve zamanı edebiyata harcayabilseydim… ama sanata dönüşecek hayatlar yaşamamıza var daha!

8. Derrida var olmak için yer edinme, öteki  edinme ve isim edinmeden bahseder. Gecedegiden, Derrida'nın bahsettiği aşamaları uyguluyor gibi. Neden varlığını onamak için bu kadar çaba sarf ediyor?
Ölümü değil yaşamı ululuyoruz! Varmaya çalıştığım yer yaşanamaz bir dünya dışılık değil. Tam aksine, ben her şeyimi kullanarak hayata yerleşmek gerektiğini anlatıyorum. Kendi oluş, öteki oluş ve ad alış meselelerini Derrida’dan öğrenmedim. Bunlar basit yaşamsal gerçeklerdir. Derrida’dan okumaya niyetlenip girişinden sonra ilerleyemediğim tek kitap Edebiyat Edimleri’dir. Açıkçası bir felsefe disiplinine bağlı değilimdir. Spinoza ve Nietzsche, Marx’tan Deleuze’e, özgürlük filozoflarına yakınım diyelim. Dünyaya bakıp ondan sonuçlar çıkarmak gerek. Heidegger de, Hegel ve Kant da ve bütün düşünen kafalar da okunmalıdır elbette. Aklınıza kim gelirse.
Ad almak, insan beyninin geliştirdiği en berbat pratiklerden birisi olsa gerek. Bütün nörobiyolojik araştırmalar, dünyanın olup bitişinin algılandığını değil, beynin içinde kurulup düzenlendiğini gösteriyor. Bu, bizi sonsuz bir dolayımlama döngüsüne gönderen bir şey. Oyun oynayabilmemizin nedeni de bu. Beynimiz, gerçek dünya üzerinden değil, kendi yarattığı eksikli bir dünya üzerinden işliyor; anlaşılan bu. Anlaşılan hayata kestirmeden ulaşmanın başka yollarını bulup geliştirmek zorundayız. Yüzme deneyimini düşünelim; yüzerken kavradığımız su kas ilişkisini beynimiz üzerinden, bir dolayım olarak kavramlarla kavramıyoruz. Bu bir doğrudanlıktır, bir başka bedenle cinsel birleşme esnasında, kavramlar pek işe yaramaz; bu bir doğrudanlıktır. Koşarken yeryüzünün çekim kuvvetiyle kas-iskelet yapımız arasında süren mücadeleyi beynimizle değil, bedenimizle algılarız. Örnekler çoğaltılabilir. Hayatta bulunuşumuzu bir doğrudanlık olarak kavrayabiliriz belki; üstünde çalışmak gerek; yeni özneler, doğrudanlığın özneleri olacaklar.
Kendi bedenini bizzat sanat nesnesi olarak kuracak, kendisi bizatihi sanat olacak, yaşanan hayatı sanatsal açıdan ele alarak iş pratiklerini cinsel pratikleri ilişkilenme pratiklerini tüketme pratiklerini sanatsal bir biçimde yeniden kurgulayacaklar yeni özneler; sanatsa, doğrudanlığın bizzat kendisi olarak, bizi yaşamın ana gövdesiyle buluşturacak. Hayatta bulunmak kendisi sanat olacak; sanatsal yaratımlar olarak yeni özneler bulunacak yeryüzünün görkemli gövdesinin üzerinde; inorganik bedenin teni olarak yaşanacak her şey!
Sanattan çok şey bekliyoruz. Sanatın hem işleye giden insan karşıtı düzeni kırmasını, onun bütünüyle yanlış olmasını açığa çıkarmasını, bu açığa çıkarıldıktan sonra yeni özneyi kendisi üzerinden kurmasını bekliyoruz.
Öteki edinme sorununu ele alalım; varlık saltık değildir. Özneleşme sorunu, elbette her zaman ancak bir başkası üzerinden kavranabilecek bir şeydir. Bu, bizi sonsuzca öteki insan teklerine bağlayan bir şeydir. Bu, sorunlu bir alanmış gibi görünebilir. Oysa tam aksi; başkaları, varlıklarıyla bizim üzerimizden kendilerini gerçekleştirdikleri gibi, biz de başkaları varlıklarının üzerinden kendimizi tanımlar ve gerçekleştiririz. Sonsuz imkânlar barındıran, kelimenin gerçek anlamıyla tahrik edici bir alan. Başka varlıkların bizde kurumlaşması, bizim tekil varlığımızın başka varlıklar üzerinden kurumlaşmasını anlıyoruz. Varlık, muhtemelen tekil bile değil; sonsuz bir saçılma ve serpilmenin ürünleri olduğumuz anlaşılıyor. Bu bizi, bir ağaçla kardeş kılan bir şeydir ve elbette bir dağ keçisi, muhtemelen kuzenimiz! Bir başka insanı bizim için ilginç kılan şeydir bu; aşkla aradığımız şeyin bizzat kendisidir. Öte yandan, inorganik olan alan da bize hiç de yabancı değildir, olmamalıdır! Büyük ve dehşetli kuvvetiyle orada durarak bize kendi ağır varlığını hissettiren bir kayayı oluşturan madde, temelde bizi de oluşturan maddenin bir parçasıdır; sonsuz bir akrabalığın parçaları olarak dünyaya saçılmış halde bulunuyoruz. Bir hayvanın etini yerken dikkat etmek gerekir; muhtemelen o rakibimiz değil, bir bakıma kardeşimizdir. Eski Türk ritüellerinden birisi, avlanan hayvana, diyelim ayı; ayılar epey et barındırdıkları için sıkça avlanırdı eski Türkler tarafından, hayvana uzun ve gayet çetrefil birtakım teşekkür etme ayinlerinde bulunmak, ancak ondan sonra, bin bir özürle o hayvanın bedenini tüketmekti pratik. Hayvanların kardeşlerimiz olmadığını kim söyleyebilir.
Yer edinme ise, yerleşecek alan açmadan ibarettir. Peki, bir alan açılarak ne yapılmaktadır? Alan, kendisi öylece olup duran bir şey değil, her zaman başkaları tarafından işgal edilen bir alandır. Kendi varlığımızı bir alana yerleştirmek için biraz işgalci olacağımız açıktır. Demek ki öteki varlıktan kendimiz için bir yaşama alanı isteyecek-talep edecek ya da bunu kuvvetle edineceğiz! İşleyiş, sanılanın aksine genellikle kuvvetle değil, rıza ile gerçekleşir. Herkesin için için bildiği, başka varlıklara, evet bir alan açılması gerektiğidir. Varoluşumuzu öylece başkalarına onaylatmamız gerekir. Başka varlık tekleri tarafından onaylanmayan bir varlık, var oluşu için imkânlı bir zemin bulamayacak demektir. Biz birbirimize sonsuzca bağlıyız. Bundan -benim gibi- memnun olmayacaklar, kendi saltık varlığını kimseye dayandırmadan yaşamak isteyenler çıkacaktır elbette ama gerçek bilgi, hepimizin üstünde sonsuz bir tahakküm kurar. Varlığımız, öteki olmaksızın yokluğun bizzat kendisi olacaktır; dolayısıyla ben, başkaları üzerinden ancak var olabilecek bir varlık olduğumu kabul etmek zorundayım!

9. Peki, konu kadına isim verme meselesine gelince, roman kişisi tersi bir davranış sergiler, başkaları tarafından varlığımızın meşruiyet kazanması için bir ismimizin olması gerekir. Bu ismiyse kendi kendimize veremeyiz. Ya bize başkası tarafından verilmesine ya da Gecedegiden'de olduğu gibi ismin bizi bulmasına ihtiyaç duyarız. Gecedegiden'e isim verecek kimse olmadığı için isim onu bulur. Ama yarattığı kadına isim vermek elindeyken ona isim vermez, ayrı bir varlık olduğunu onamak istemez. Bu konu hakkında ne diyebilirsiniz?
Yaşamda bulunmak pek çok enerji alanı ve akımı barındırıyor. Ana aks hakkında konuşuyoruz genellikle. Burada örneklemek istemem; dünyanın her yerinden, kadını kapatıp yıllar boyu onu köle olarak kullanan, seks kölesi, duygusal istismar konusu köle, işçi köle olarak kullanan insanların haberleri geliyor. Hem de bunların sadece bir biçimde ortaya çıkan, patlak veren örnekler olduğunu, böyle binler ve binlercesinin yeraltında gömülü bulunduğunu anlayabiliyoruz.
Bununla baş etmeli miyiz, evet. Bunu anlamalı mıyız, evet. Bu sonsuzca çözülebilir bir mesele midir? Muhtemelen hayır!
Başkalarını neden tahakküm ediyoruz? Bununla erkek tekinin edindiği erk nedir? Birisinin bize kendi varlığı yokmuşçasına bağlı olması ne anlama gelmektedir?
Bunlar karanlık bilgilerdir; insan kendisi kapitalist sistem gibi bir sistemi yaşamının ana akımı yapmıştır. Elias Canetti’nin Kitle ve İktidar kitabını işaret edip bu konuda çalışmaktan vazgeçiyorum. Umarım başka bir soruşturma olur, yanıt vermekten imtina etmem.

10. Bir söyleşinizde erkeklerin açık, kadınların pasif (gölge) iktidar konumunu işgal ettiğini belirttiniz. Ya sizin kadın karakterleriniz pasif iktidarı nasıl yansıtıyor? 
Resul’deki Hafize Ana, yine Resul’den Işıl, Gecedegiden’den köle kız kardeş aklıma gelen örnekler. İnsan ölürken bile aktif özne olabilir. Özne olmak -dar anlamıyla konuşuyorum- sadece görünür maddi etkiyi yapmak değil, görünmez duygusal etkiyi yapmak, maddi etkinin de kaynağını oluşturmaktır. Bunları ispatlamaya girişmemem bağışlansın.

11. Tarihin sadece erk sahipleri tarafından yazıldığı artık bildiğimiz bir gerçek. Ve tarihle ilgili bildiklerimizin neredeyse tamamının bir çarpıtmadan ibaret olduğu. Ezilenlerden bahsetmez tarih. Ancak bu onun bir barbarlık anıtı olduğu gerçeğini de değiştirmez. Nichanian Edebiyat ve Felaket adlı kitabında tanıklık mefhumu üzerinde sıkça durur. Erkin soykırım (ya da zulüm) iradesinin mağdur için felakete dönüşmesinden bahseder. Ve bu bağlamda erkin soykırım iradesinin mağdur için felakete dönüşmesi için özel bir isim ortaya atar: Felaket. Felaket'in nihai hedefinin tanığın dil bütünlüğünü bozup onu dil dışına atarak öldürmek olduğundan bahseder.
Nichanian Edebiyat ve Felaket adlı kitabında bir anlatı içinde tanıklık etmenin imkânsızlığından bahsederken şöyle der: "Sadece tanıklığın ötesindeki bir dilsel edim, tanıklık etmenin imkansızlığına tanıklık edebilir. Bunun, dilin sınırında konumlanan bir dilsel edim olması gerekir; Felaket ile yüz yüze geldiğinde bu sınırı kendinde deneyimleyen bir edim olmalıdır. Tanıklığın ötesinde yer alan bu dilsel edim (çaresizliği ve imkansızlığı kendi bünyesinde deneyimleyen bu dilsel edim), dili kendi sınırlarına taşıyan bu edim, edebiyattır," der. Ve kitabın genelinde bu konu üzerinden bir tartışma yürütür. Gelelim Resul'ün yazarına... Resul'ün de Nichanian'ın bahsettiği bağlamda bir Felaket Anlatısı olarak değerlendirebilir miyiz?  Bütünlüğünü yitirmiş bir dil, insanlık dışına atılmış bir başkişi, dilin sınırlarında dolaşan bir anlatı... Bu bağlamda "Edebiyat, tanıklık ve tarih yazımı" üzerine düşüncelerinizi alabilir miyiz?
Açık; benim umursadığım bir şey değil tanıklık, tarih anlatısı… ben tanıklık etmeye değil, devrim yapmaya yatkınım. Değiştirmeye ve insanlarla birlikte yaşayabileceğim, özgür bir varlık olarak kanatlarla donanabileceğim yeni bir hayata başlamaya yatkınım. Su altında nefes alabileceğim bir hayata. Gökyüzünde, güneş ışınlarından kurulu bir evde ikamet etmeye, bir ağaç olarak varlığımı sürdürmeye karar verirsem, kimsenin şaşırmayacağı bir dünyaya, yıldızlar arası boşlukta ışık çakması olarak gezebileceğim yeni bir gövde istemeye yakınım. Bir sükûnet ve doluluk olarak. Bir göveren tohum olarak toprağın içinde bulunmaya.  Bir yağmur damlasına dönüşene dek denizlerin yüzeyinden yükselmeye. Bir hayvan olarak kendi bölgemde tek başıma kendimi denemeye yakınım. Öldürülmeye, ölmeye yakınım. Sıcak gövdelerin içine yakınım. Kimseye tanıklık ediyor filan değilim; umurumda bile değil böyle şeyler. Bu soruları nereden çıkarttığınızı da hiç bilemiyorum.

12. Son olarak sizin  yazarlarınızı, kitaplarınızı soralım. Bağ kurduğunuz yapıtları, yazarları öğrenebilir miyiz? 
Kitaplar uzun sürer de, yazarlar kısadır, oradan konuşalım. Kafka, Beckett, Joyce. Temalar ve teknikler olarak. Knut Hamsun’un adını sayarsam umarım hayal kırıklığı yaratmam. Celine’nin adını saymazsam umarım hayal kırıklığı yaratmam. Musil’in adını da saymam. Kertesz dersem çok güzel. Yetkin teknik. Bir tür homurdanma olarak. Aynı homurdanma neden Thomas Bernhard’da hiç çekici değil? Cotzee birkaç kitabı içindir. Michael K’nın Yaşamı. Barbarları Beklerken diyelim. Hem çok hem çok az. Uzatmak yersiz. Ben de herkes gibi okuyorum ve bazı tema ve yazınlar etkiliyor, bazıları irrite ediyor sadece.

13. Günümüz yazını hakkında ne düşünüyorsunuz, kimleri okuyorsunuz?
Türkçe’de Ayhan Geçgin’den başka yeni kitabını beklediğim bir Allah kulu yoktur. Uzatmak yersiz, çünkü yersiz kırgınlık yaratmayalım. Doğru tema bir yere kadardır. Doğru yazım tekniklerinin de edinilmiş olması gerekir. Sanatın ne olduğuna dair iyi kötü bir fikrim vardır. Piyasaya göre eğilip büküleceğimi kim nereden çıkardı? Bu konuda gönül koyan herkesi tarih dövsün. Ben yenilmeye hazırım, günümüzün ‘önemli’ yazıcıları?

ALINTI: http://cercisanat.com/dergi/2/huseyin-kiran-ile-soylesi/